ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
3.a)adem-i merkeziyetçi anlayışını, “özerk birim”, “özerk yönetim birimi” ve “federasyon” ile özdeşleştirerek, “devletin tekliği” prensibine aykırı hareket ettiği ve ilgili kanun hükümlerini ihlal ettiğini;
3.b) Kürtlerin dil ve kültür haklarından bahsetmekle egemen ulus tanımına aykırı hareket ettiği; en önemlisi ve garip olanın da Türkiye hükümetlerinin, Bulgaristan, Yunanistan, Kosova ve benzeri ülkelerde bulunan etnik/ulusal topluluklar için savunduğu tezleri Kürtlere uygulamasının sorunun çözülebileceği görüşünün, farklı ulus ve azınlıkların varlıklarını tanıma anlamına geldiğini, bununla da azınlıklar yarattığını ileri sürmektedir. Yani partimiz, Türkiye’nin çevre devletlerdeki topluluklar/azınlıklar politikasından bahsettiği ve benimsediği zaman yanlış yapmakta, suç işlemekte ve Türkiye için bir tehlike oluşturmaktadır. Peki, aynı yaklaşımı gösteren Türkiye hükümetleri ve sivil-askeri kurumları neden haklı görürü, Böyle bir yaklaşımın hukukun genellik ve eşitlik prensibiyle bir alakası var mı?
Sayın Yargıtay Başsavcısının bu görüş ve iddialarının alabildiğine dar, siyaset ve sosyoloji bilimleriyle; en önemlisi de Türkiye gerçekleriyle alakalı olmayan görüşler olduğunu ileri sürerken, Yüksek Mahkemenizin geniş perspektifli bakış açısına sığınmak istiyoruz.
…1982 Anayasanın köklü değiştirilmesi ya da yeni bir anayasanın yapılması sadece partimizin de bir isteği değil, geniş toplumsal kesimlerin, diğer siyasi partilerin bir kesiminin ve sivil toplum örgütlerinin tümünün de istek ve talebidir. Devletin en yetkili kurumları, yetkilileri ve yargı kurumlarının üyeleri ve başkanları da bu görüşe sahiptirler. Bu konuda sözü Yargıtay Başkanı Sayın Sami Selçuk’a bırakırsak, yeni bir anayasa talebinde partimizin ne kadar haklı olduğu daha da belirgin hale gelecektir.
Sayın Sami SELÇUK diyor ki:
“Çıplak bir uyarıda bulunmak istiyorum. Türkiye meşruluk debisi neredeyse sıfıra yaklaşmış bir Anayasayla yeni yüzyıla giremez, girmemelidir. “Meşruluk, toplumbilimin, siyaset biliminin en önemli kavramlarından biridir ve örselenemez.
“Halkta, bir kurumun, yasanın ya da yöneten kişi(ler)in, bilinen ve benimsenen kurallara göre oluşmuş bir çoğunluğu arkalarında bulundurduklarına ilişkin yaygın inanç varsa, o kurum o yasa ya da yöneten(ler) meşrudur (Burdeau, Duverger, Aron, Easton, Kelsen, Lipson, Weber).
“Meşruluk, barış ve dinginliği sağlayan, kurumu, yasayı, iktidarı ayakta tutan büyülü bir inançtır. En zorba yönetimler bile hep kendilerini meşru göstermeye çalışırlar. Bu yüzden İtalyan Tarihçisi Ferraro: ‘Meşruluk, sitenin/devletin/ toplumun görünmeyen barış meleğidir’ der. “Meşruluk iki türlüdür. Biçimsel meşruluk… ve maddi meşruluk.
“Çoğunluk kurallara göre sağlanmamış ise biçimsel meşruluk yoktur. Kurallara göre sağlanan çoğunluğun onayı sonradan geri çekilmiş ise maddi meşruluk yoktur.
“Acaba 1982 Anayasası biçimsel ve maddi açılardan meşru mudur?
“Biçimsel meşruluk açısından ele aldığımızda görünüm şudur: Anayasa, halk ya da halkın özgür iradesiyle seçilen bir kurucu iktidar, parlamento tarafından değil, kapatılan parlamentonun sıralarına oturtulan atanmış kişilerce yapılmıştır.
“İkinci olarak, meşruluk bir karara, işleme, herkesin sonuçları sorgulayabilecek ve eşit biçimde, zorsuz ve yasaksız katılmalarına bağlıdır. İradeler tartışma sürecinden geçmedikçe meşruluktan söz edilemez. Çünkü tartışma varsa ve ne denli açıksa, sorunları o denli saydamlaşır. Bilgi edinilir ve yanlışa düşme tehlikesi azalır. 04.06.1888’de Clemenceau, ‘konuşulan ülkelerde zafer, susulan ülkelerde utanç vardır’ demişti.
“1982 Anayasası tartışmaya kapalı tutulmuştur.
“Üçüncüsü, tartışma yasağına koşut olarak tek yanlı bir beyin yıkama bombardımanından sonra oylama yapılmış, halk iğfal edilmiştir.
“Dördüncüsü, Anayasa benimsenmediği takdirde pretoryen diktasının süreceği mesajı verilmiş, ölümü gören eli böğründeki halk çaresiz, sıtmaya razı olmuştur.
“Beşincisi, içini gösteren, ‘seni mimlerim’ zarflarıyla gizli oy ilkesi çiğnenmiştir.
“Altıncısı, tek işlemle hem devlet başkanı, hem de Anayasa oylanmıştır. Her ikisini destekleyenlerin ya da onlara karşı olanların sayısı, oranı belirsizdir. Anayasa, anayasayı destekleyenler devlet başkanına katlanmışlarsa Anayasa. Anayasayı destekleyenler, devlet başkanına katlanmışlarsa devlet başkanı desteksiz kalmış demektir. Peki hangisi çoğunluğu elde etmiştir. Bu bir bilmecedir. Ancak bilinen şudur: İkisi de kuşkuyu içinde yaşıyor. Üstelik devlet başkanı için zaten seçme söz konusu değil. Çünkü tek adaydır. Seçenekler arasında özgür seçimde bulunamayan birey özerk değildir. Çünkü özgürlük özerklikten önce gelir.
“Görülüyor ki, toplumla yapılan bu sözleşme (Anayasa) tehditle, fesada uğratılmış bir iradeyle benimsetilmiştir. Bu yüzden Anayasa, biçimsel meşruluktan yoksundur…
“Gelelim 1982 Anayasasının maddi meşruluk açısından durumuna.
“Bilindiği üzere anayasalar, örgütlenmiş siyasal birim olan devletin gücünü sınırlayan, bireyin hak ve özgürlük alalarıyla bunların çiğnenmelerine karşı denetim yolları belirleyen, iktidarın tek elde toplanmasını önleyerek çoğulculuğu benimseyen, çok iktidar ilişkisinde dengeleri sağlayan, her türlü hukuk dişiliği engelleyen metinlerdir.
“1982 Anayasası tersini yapmış, devlet gücünü sınırlayacak yerde hak ve özgürlükleri sınırlamış ve bunları adeta istisnalar haline getirmiş, halka güvensizliği ruhuna içselleştirmiş, yargı birliğini ve bağımsızlığını örselemiş, demokrasi rejimini değil, cumhuriyet yönetimini öngörmüştür. 1961’in insan hak ve özgürlüklerine dayanan devleti (md.2) gitmiş hak ve özgürlüklere lütfen “saygılı” (md2) “kutsal devleti” gelmiştir.” (Adli Yıl Açış Konuşması 1999-2000, sayfa: 49-50)
İşte partimizin değiştirmek istediği anayasa, Sayın Sami Selçuk’un tanımladığı bu anayasadır.
Partimiz, programını kaleme alırken, “azınlıklar” ve “çoğunluklar” gibi bir ayrımı gözeterek hareket etmemiştir. Daha önceki satırlarda da belirttiğimiz gibi, programda Türkiye’de gerçekleştirmek istediği toplumsal ve siyasi yeni sistemi çerçevelendirerek; Türkiye’deki tüm hayati sorunları ve bu hayati sorunların içinde de Kürt sorununu temel sorun olarak tespit ederek, çözümler üretmiştir.
Ayrıca partimiz, Kürtlerin de azınlık statüsünde olduğu görüşünde de değildir. Kürtler, Türkiye nüfusunun 1/3’i kadardır. Hem belirli iki bölgede yaşayan ve hem de Türkiye’nin belirli bölgelerinde, kentlerinde yoğunlaşma gösteren bir topluluk özelliğin göstermektedir.
Sayın Başsavcı, programımızda genel anlamda dile getirilen bazı kavramlardan belirli sonuçlara varmakta; Türk dili ve kültürü dışındaki dillerin ve kültürlerin yasak olmadığını ileri sürmekle başka etnik gurupların/azınlıkların olduğunu kabul ediyor ve ne yazık ki bunlardan bahsetmekle de partimizin “azınlıklar” yarattığını ve bununla anayasal suç işlediğini ileri sürüyor.
Oysa Kürt dili ve Kürt kültürü üzerinde yasakların olduğunu, bu yasakların kaldırılması için Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde yapılan tartışmalar hem açıklıyor ve hem de Sayın Başsavcının doğruyu ifade etmediğini gösteriyor. Ayrıca, bulunduğumuz aşamada, hükümet ve hükümet dışı güçlerin, yetkililerin, Kürt dilinden, Kürt dilinden yayın ve eğitimden bahsetmeleriyle, “azınlıklar” yaratmıyorlarsa partimiz de böyle bir eylem içinde değildir, anlamına gelir.
Ayrıca, Sayın Başsavcı da iddianamesinin 13. sayfasında Türkiye’de etnik gurupların varlığını kabul etmekte ve şöyle demektedir: “Yasayla, ülkedeki etnik gurupların dil ve kültürleri yasaklanmamıştır. Çeşitli kökenlerden gelen yurttaşlar kendi dil ve kültürlerine sahip bulunmakta, onları geliştirmektedir.” Sayın Başsavcının, Türkiye’de etnik gurupların varlığından bahsetmesi dışındaki diğer görüşlerine katılmak mümkün olmamakla birlikte, Sayın Başsavcının da “azınlıklar yaratma suçunu” işlemekte olduğunu ileri sürmemiz yanlış olmaz.
Görünen o ki, toplumsal olgular, gerçekler ne kadar gizlenmeye çalışılsa da, güneşin balçıkla sıvanmayacağı ve mızrağın çuvala sığmayacağı gerçeğiyle karşı karşıya kalınıyor. Olgular ve gerçekler “kara deliklerini” kapatmak ve tümden perdelemek olanaklı olmuyor.
Kürtlerin varlığı bir gerçek. Türkiye yapılandırılırken bu gerçek gözetilmemiştir. Oysa Osmanlı İmparatorluğu yapılanmasında Kürtler, toplumsal, siyasal ve idari alanda önemli bir yere sahiptiler. Türkiye Devletinin kuruluşundan bir dönem sonra, Kürtlerin varlığı inkar edilmiştir. Bunun doğru olmadığı, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinden önce açığa çıkmıştır. Buna rağmen, Kürt dili, kültürünün yasaklılığı devam etmiştir, günümüzde de devam etmektedir. Kürtçe eğitim-öğretim, basın yayın hakkı Kürtlere tanınmamıştır. Bu tutum, insan ve insan topluluklarının sahip olması gereken bireysel ve kollektif haklar dizisine, uluslar arası sözleşmelere, en önemlisi de Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesine aykırıdır. O sözleşmede her çocuğun ana diliyle eğitim yapma hakkı vardır. Dünyadaki tüm çocuklar kendi ana dillerinden eğitim yapma hakkına sahipken, Kürt çocuklarının bundan mahrum bırakılmasının kabul edilir yanı olamayacağını Yüksek Mahkemenizin de kabul edeceğinden şüphe duymuyoruz. Ayrıca bu hakkın tanınması tesadüfi değil, çocuk gelişiminin doğal sonucu ve pedagojik bir olgudur.
Yerel yönetimler, çoğulcu ve katılımcı demokrasinin yaygın ve genişliğine yapılanmasının önemli platformları, temsil organları, hizmet alanları ve doğrudan demokrasi ilkelerinin işlerlik bulduğu düzeyleridir. Demokrasi, halkın alabildiğince katılımını ve yönetimde temsil gücünü ve yönetme kapasitesini güçlendirmek anlamına geldiğine göre, bu anlamda da yerel ve hem de özerk yerel yönetimlerin önemi tartışmasızdır. Halk yerel yönetimlerde, kendisini ilgilendiren konularda doğrudan söz ve karar sahibidir. Bu demokratik özerk yerel yönetim yapılanması, bölünmeyi değil, halkın kendi genel ve özel çıkarları etrafında, farklı dil, kültür, etnik, dinsel, mezhepsel ve sınıfsal renkleriyle birlikte daha da bütünleşmesini sağlar.
Demokrasilerde Bölge Meclisleri, özerk yerel yönetimlerimden daha kapsamlı, daha makro kararların alındığı temsil organlarıdır. Partimiz, Bölge Meclisleriyle özel yeni bölgeler oluşturmuyor. Türkiye’de düşüncemize göre derin tarihsel, siyasal ve kültürel referansları olan varolan coğrafi bölgeler üstünde Bölge Meclisleri’nin oluşmasını öngörüyor. Partimiz bu Bölge Meclisi yapılanması önermesiyle, devletin tekliği ve bölünmezliğiyle değil; devletin ve siyasi sistemin yapısının değişmesi, iktidarın paylaşılmasıyla ilgilenmektedir.
Ayrıca bu idari ve demokratik temsil yapısı önerisiyle, Türkiye’yi bölgelere ayırma ve Anayasaya aykırı bir iş de yapmıyor. Bu düşünce ve temsil organı yapılanması, Anayasanın 126. maddesinin 3. fıkrasından da söz konusu. Anayasanın bu hükmüne göre: “Kamu hizmetlerin görülmesinde verim ve uyumu sağlamak amacıyla, birden çok ili içine alan merkezi idare teşkilatı kurulabilir. Bu teşkilatların görev ve yetkileri kanunla düzenlenir.” Anayasa, birden çok ili içine alan “merkez idare teşkilatının” oluşmasını öngörüyor. OHAL Bölgesi ve valiliği bunun en somut göstergesidir. Partimiz de, bölgelerdeki illeri bileştirerek demokratik bir temsil organı olan Bölge Meclislerini oluşturmaya çalışıyor.
Partimiz, bu illerin valilerinin, kaymakamlarının ve emniyet müdürlerinin seçimle tespit edilmesini, ülkenin daha demokratikçe yönetimi ve halkın ihtiyaçlarına cevap verebilecek yöneticisini seçmesi, hizmetlerin demokratik bir yarış anlayışı içinde görülmesi için, vazgeçilmez kabul ediyor. Bu projeyle, devletin “tekliği” ve “bütünlüğü” sorununa son verilmiyor, siyasi iktidarın ve sistemin otoriter, tekçi karakterine son verilmek isteniyor. ABD, AB üyesi ülkelerin hepsinde demokratik çoğulcu, partimizin öngördüğü bir sistem ve yapılanma söz konusu. Bu sistemlerde öngörülen ve gerçekleştirilen bu yapılar, bölünmeye yol açmadıkları gibi, daha bütünleşmiş toplumsal yapıların ve devletlerin gelişmesine yol açmıştır.
Partimiz, teknik federal bir sistem önermiyor. Türkiye’nin AB’ye girişinden sonra, idari yapılanmanın kendi doğası içinde, halkın özgür tartışması, seçimi, genel ve bölge meclislerinin belirleyeceği hukuk çerçevesi içinde yapılanacağı ve statü kazanacağı ortada. Topluma ilişkin konularda, önceden tespit edilen ya da başka yerlerden ihraç edilen şablon modellerle hareket etmek, en büyük antidemokratikliktir. Bu noktada üniter devletin yapısal özelliklerini biraz daha açmak, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezlik” ilkesine daha fazla ışık tutacaktır.
“…Avrupa Birliği üyelerinin üçü dışında hepsi üniter devlettir. Üniter devletlerin anayasalarının başlıca iki özelliği dikkat çekicidir. Birincisi, bunların çoğunda devletin “üniter” vasfının açıkça ifade edilmemiş olmasıdır. Bu konuda Portekiz ve İtalya istisna teşkil etmektedir. Nitekim, Portekiz Anayasası’nın 6., İtalya Anayasası’nın 5. maddesinde üniter vasfı açıkça belirtilmiştir. Mamafih, bu terime yer vermeyen kimi üniter anayasalarda devletin “bölünmez” olduğu yazılıdır. Bunlar da Fransa (m.2), Lüksemburg (m.1) ve Finlandiya (m.4) anayasalarıdır. İtalya Anayasası her iki sıfatı birlikte zikretmiştir (m.5)…
“Üniter devletler arasında bulunan Finlandiya Anayasasının 17. maddesinde çeşitli toplulukların (örn. Romanlar) ve Samiler gibi yerli halkların kendi dil ve kültürlerini koruyup geliştirme hakkına sahip oldukları, ayrıca bu ikinci gurubun kendi dillerini resmi makamlar önünde kullanabilecekleri belirtilmiştir.
“İkinci özellik, üniter Avrupa Devletlerin önemlice bir kısmında ya etnik-kültürel topluluklara özerklik tanınmış ya da idari yapının belirgin bir adem-i merkeziyetçiliğe dayandırılmış olmasıdır. Birinci grubun tipik örneğini İspanya oluşturmaktadır. Nitekim İspanya Anayasası’nın 2. maddesinde “anayasa onu oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerklik oluşturan hakkı ile birlikte onlar arasındaki dayanışmayı tanır ve garanti eder” hükmü yer almaktadır. Ayrıca 3. madde İspanyolca dışındaki diğer dillerin de her bir özerk toplulukta resmi dil olacağını (2. bend) ve İspanya dil zenginliğinin kültürel bir miras olarak özel saygı göreceğini (3. bend) hükme bağlamıştır. Portekiz anayasasında da buna benzer bir hüküm vardır. Nitekim, Anayasa’nın 6. maddesine göre “Azores ve Madeira takım adaları kendi siyasi ve idari statüleri ve kendi öz-yönetim kurumları bulunan özerk bölgeler oluştururlar.” Nihayet yine üniter bir devlet olan İsveç’in Anayasası da 2. maddesinin 4. bendinde “etnik, dilsel ve dinsel azınlıkların kendi kültürel ve sosyal hayatlarını koruma ve geliştirmeleri için fırsatlar artırılır” demektedir.
“Üniter devletler içinde anayasası adem-i merkeziyetçiliği vurgulayan ülkelerin başında İtalya gelmektedir. Nitekim, İtalya Anayasası’nın 5. maddesinde devletin üniter ve bölünmez olduğu, ama aynı zamanda yerel özerklikleri tanıdığı ve kamu hizmetlerinde en geniş adem-i merkeziyete yer verileceği hükmü yer almaktadır. Ayrıca bu ülkede etnik-kültürel azınlıklara özerklik tanınmamışsa da, Anayasa dil azınlıklarının korunmasını öngörmektedir.(m.6).
“Üniter devletlerde ilgili olarak işaret edilmesi gereken nokta, İrlanda Anayasasındaki “resmi dil” ikiliğidir. Gerçektende de, bu anayasanın 8. maddesi 1. fıkrasında İrlanda dilini“birinci resmi dil”, ikinci fıkrasında ise İngilizceyi “ikinci resmi dil” olarak tanımlamaktadır.” (Mustafa Erdoğan, Prof. Dr ve Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi, Liberal Düşünce Dergisi, 23. Sayı, sayfa; 30-31)
Demek oluyor ki, üniter devletin, etnik-ulusal toplulukların dilsel ve kültürel haklara sahip olmaları, adem-i merkeziyetçilik, bölgesel özerklikler, resmi dillerin çoğulculuğu ile bir çatışması da söz konusu olmayabiliyor. Üstelik federal sistemler bile, devletlerin tekliğine son veren sistemler değil, egemenlik ve iktidarın bölgeler arasında paylaşılmasını getiren devlet yapılanmalarıdır. Sayın Mahkemeniz üyesi Haşim KILIÇ’ın DKP Davası’ndaki muhalefet gerekçesinde de belirttiği, Sosyalist Partinin Mahkemeniz tarafından verilen kapatma kararından sonra AİHM’NİN verdiği karşıt kararda da: “Türk ve Kürt kesimlerini içeren bir federal devlet kurulması düşüncesini ve Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına sahip yolundaki görüşlerini devletin ülkesiyle bölünmez bütünlük ilkesine aykırı” görmemiştir” diyor. (22 Kasım 2001 tarih ve 24591 Sayılı Resmi Gazete, sayfa: 199)
Bir ülkenin ve devletin bölünmezliğine son vermek, uygun ve uyumlu araçları, yöntemleri seçmeyi de gerekli kılar. Bu araçlar ve yöntemler de, toplumların tarihsel tecrübelerinin gösterdiği gibi, şiddet ve silahlı mücadeledir. Demek ki partimizin de Türkiye’nin bölünmezliği için tehdit oluşturması, bölünmezliğine son verme isteği bu araçları ve yöntemleri benimsemesiyle olanaklı olabilirdi. Oysa partimiz, şiddeti ve silahlı mücadeleyi kesinlikle red ediyor. Türkiye’deki hayati sorunların ve temel bir sorun olan Kürt sorununun çözümü için, “toplumsal uzlaşmayı”, eşitlikçi, demokratik hukuka ve uluslar arası demokratik ve Türkiye’nin de imzaladığı sözleşmelere dayalı çözümleri, barışçıl yöntemleri benimsemektedir. Toplumsal uzlaşma, bir arada olmayı, birlikte yaşamayı, birlikte tartışarak çözümler üretmeyi öngörür.
Partimiz tüzüğünün 3. maddesinde bu yöntem ve tarzını açıkça belirtmektedir: “Partimiz, Türkiye’yi idari, siyasi, toplumsal ve ekonomik olarak; evrensel demokratik hukukun, dünyanın ve AB ülkelerinin çoğulcu siyasi normları içinde adem-i merkeziyetçi tarzda yeniden yapılandıracak; Kürt sorununu hak eşitliği temelinde toplumsal uzlaşma ile çözecek.”
Başka bir gerçek: Bir devleti ve ülkeyi bölmek isteyen bir parti şiddet ve silahlı mücadeleyi vasıta ve yöntem olarak benimsediği zaman, Ona uygun örgütlenme biçimini de seçmek zorundadır. Böyle bir örgütlenme, mevcut hukuka uygun yasal bir örgütlenme olamaz, yasal olmayan, yani mevcut devlet ve kanun otoritelerinin denetimi dışında bir örgütlenme olur. Açık, şeffaf, kitlesel demokratik bir örgütlenme olmaz. Sıkı, askeri ve otoriter disiplinli, üye alımında alabildiğince seçkinci davranan, üyeleri özel eğitimli olan bir örgütlenme olur. Partimiz ise tüzüğünde, açık, şeffaf, demokratik, kitlesel bir parti olduğunu açıkça belirtmiş; çoğulcu demokrasiyi parti içinde yapılandırmıştır. Partimiz tüzüğünün 2. maddesinde partimizin karakteri konusunda şunlar söylenmektedir:
“HAK VE ÖZGÜRLÜKLER PARTİSİ, YENİLİKÇİ, DEĞİŞİMCİ, DEMOKRAT, YURTSEVER DEĞİŞİK GÖRÜŞLERE SAHİP UNSURLARIN ÜYE OLDUĞU ÇOĞULCU, KATILIMCI, KOLLEKTİF VE AKLA DAYALI DEMOKRATİK KİTLE PARTİSİDİR.“
“Parti, üye ve örgütlerini, parti çalışmalarıyla ilgili olarak sürekli ve zamanında yazılı biçimde, özel yapacağı toplantılar, konferanslar, seminerlerle bilgilendirir, denetleme sürecini yaratır.
Parti tüzüğümüzün 4. maddesinde “partinin bağlı olduğu çalışma ilkeleri” incelendiği zaman, partimizin ne kadar açık, şeffaf, demokratik, hem hukuk otoriteleri ve hem de kamuoyu denetimine açık olduğu rahatlıkla görülecektir. Bu kadar açık, demokratik ve denetlenebilir bir partinin, Türkiye’nin bölünmezliğini tehlikeye sokup sokmayacağı Yüksek Mahkemenizin takdirleri arasındadır.
DKP Davası’ndaki muhalefet gerekçesinde Sayın Mahkemeniz üyesi Haşim KILIÇ ve AİHM’NİN bölünmeyle şiddet ve terör arasında doğrudan bir bağ kurması da isabetli, olgusal, tarihsel, sosyolojik olduğu kadar; siyasal sistemlerin yapılanma süreçleriyle de bir uyumluluk içindedir.
“DKP’NİN terörle ve şiddetle bir bağlantısının kurulamadığı, yakın ve kesin bir tehlikeyi harekete geçirecek söz ve eylem birliğinin olmadığı, kapatılmalarından ötürü Türkiye’nin mahkum olduğu Türkiye Birleşik Komünist Partisi ile Sosyalist Partinin program ve eylemleri ile davalı Partinin programı arasında benzerlik bulunmasına karşın, Avrupa Mahkemesi’nin kararının göz ardı edildiği, otoriter ve totaliter uygulamalar sonunda ortaya çıkan kimi bölgesel sorunları dile getirerek ülkenin bölünmez bütünlüğü içinde barışçıl çözümler öneren Partinin kapatılması AİHS’NİN ve Avrupa Mahkemesi’nin içtihatlarına açık aykırılık oluşturmaktadır.” (22 Kasım 2001 Tarih, 24591 Sayılı Resmi Gazete, sayfa: 199) Aynı davada muhalefeti olan Sayın Mahkemeniz üyeleri, Yalçın ACARGÜN, Sacit ADALI ve Fulya KANTARCIOĞLU’NUN görüşleri de bu doğrultudadır, (aynı Resmi Gazete, sayfa: 201-203) Aynı gerçeklerin ve görüşlerin partimiz içinde geçerli olacağı ortada. Bu nedenle de, partimiz hakkındaki davanın usul ve muhteva açısından görülmezliği ortadadır.
ANAYASA İLE FARKLI DEĞERLENDİRME İÇİNDE OLMAK, DEMOKRASİYE AYKIRILIK ANLAMINA GELMEYECEĞİ GİBİ, ANAYASAYI DA İHLAL ANLAMINA GELMEZ..
Partimiz programında, mevcut anayasadan farklı değerlendirmelerin olduğu açık. Çünkü partimiz, mevcut anayasaya kendisini bağlı ve Onun kapsamı içinde kurulmasına rağmen, Onu değiştirmek istemektedir. Bu bağlamda, anayasadan farklı değerlendirmeler içinde olması kadar doğal bir şey olamaz.
Üstelik, Türkiye’deki Anayasanın evrensel hukuk ve AB hukukuna göre değişikliğe ihtiyacı olduğu, Yüksek Mahkemeniz dahil, bütün devlet kurumları, sivil ve askeri yetkililer, siyasal partiler ve sivil topum örgütleri tarafından da kabul gördüğüne göre, anayasadan farklı değerlendirmeler ihlal olmadığı gibi, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliğine” aykırılık anlamına hiç gelmez.
AB Hukuk mevzuatına uygun Türkiye’deki yasal değişikliklerde ölçü, çağdaş, çoğulcu katılımcı demokrasinin kurallarına uyarlılık içinde olması, evrensel demokrasinin kurallarına göre, Ona uygun yerel hukuk, kanunları ve anayasayı şekillendirmedir. Partimiz de, değiştirmek istediği mevcut anayasayla farklı değerlendirmelere sahip olmasına rağmen, bütünlükçü sisteme yol açan çoğulcu, katılımcı demokrasi ve demokratik kurallarla bir uyum içindedir.
…
AİHM’DE PARTİ KAPATMA DAVALARI VE ANAYASANIN GEÇİCİ 15. MADDESİ
…
AİHM, 30.01.1998 tarihli kararı ile TBKP’NİN, 25.05.1998 tarihli kararıyla Sosyalist Partinin ve 06.12.1999 tarihli kararıyla ÖZ-DEP’İN, Mahkemenizce kapatılması kararlarını demokratik toplumda zorunlu, meşru amaçla orantılı bulunmaması nedenleriyle, AİHS’NİN 11. maddesine aykırı bulmuştur. Bunlardan TBKP, mahkemeniziz tarafından isminde komünist ismine yer verdiğinden (SPK, m. 96), tüzük ve programının devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez niteliğini bozduğundan (AY, m. 68, SPK, m. 78/a, 81/a, 81/b, 89) kapatılmıştı. Sosyalist Parti ise tüzük ve programlarıyla eylemlerinin anayasaya ve SPK’NİN dördüncü bölümünde yer verilen devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı amaçlar gütme yasaklarına aykırılık gerekçesiyle kapatılmıştı. ÖZ-DEP ise, parti programının devletin ülkesi ve bölünmez niteliği (SPK 78/a, 81/a, 81/b) ile laik devlet niteliğine aykırılık (SPK, m. 89) oluşturduğu gerekçesiyle kapatılmıştır.
“AİHM, her üç parti kapama davasına ilişkin kararlarında şu görüşlere yer vermektedir:
a) Demokrasi, düşünce özgürlüğü ile beslenir. Çoğulculuk olmadan demokrasiden söz edilemez. Demokrasinin iyi işleyişi ve çoğulculuğun sürdürülebilmesi açısından siyasal partiler büyük öneme haizdir. Demokrasinin temel prensiplerinden birisi de , bir ülkenin karşılaştığı sorumların şiddete başvurulmaksızın, diyalog yoluyla çözümü konusunda fikir ve düşüncelerin serbestçe ifade edilebilmeleri imkanının güvence altına alınmasıdır. Hatta bu düşünceler rahatsız edici olsalar bile.
b) Bir parti programındaki istemlerin, projelerin, önerilerin, bir devletin mevcut siyasal ve sosyal yapısıyla ve prensipleriyle bağdaşmaması, Onların demokrasi ilkesine aykırılığı sonucu doğurmaz. Bir devletin mevcut organizasyon modeliyle çatışsa da, farklı siyasal programların önerilmesi, tartışmaya açılması, demokratik ilkeler içerisinde kalmak, bizzat demokrasiye zarar vermemek şartıyla demokrasinin özünü ifade eder.
c) Örgütlenme özgürlüğü, yalnızca inandırıcı ve zorlayıcı nedenlerle kısıtlanabilir. 11. maddede belirtilen istisnalar, siyasal partiler söz konusu olduğunda dar bir yorumu zorunlu kılar…
d) Sözleşmenin 10. maddesinde düzenlenen ifade özgürlüğü, defalarca belirtildiği üzere, sadece açıklanan düşüncelere taraftar olunduğunda, rahatsız edici bulunmadığında, hoşa gittiğinde ya da farklı olmadığında değil, aynı zamanda taciz edici, rahatsız edici, şok altına sokucu etkileri bulunduğunda da söz konusudur. Bunlar çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri olup bunlarsız bir demokratik toplum olamaz.
e)Kapatma, siyasal partilere uygulanabilecek en radikal yaptırım olarak hedeflenen amaçla orantılı, bu amaç bakımından elverişli ve demokratik toplum açısından zorunlu olmadıkça başvurulamaz.
f)……Partinin toplum, devlet ve demokrasi bakımından gerçek bir tehlike oluşturan politikayı benimsemiş olduğunu gösteren açık, somut ve inandırıcı deliller olmaksızın salt ismine bakılarak kapatma yoluna gitmek yeterli bir sebep oluşturmaz.
g) İfade özgürlüğü, 11. maddede de düzenlenen toplantı, gösteri yürüyüşü ve örgütlenme özgürlüğünün önemli unsurlarından biridir. Siyasal partiler bakımından 11. madde, 10. maddeyle bir bütün olarak değerlendirilir.” (Yrd. Doç. Dr. Ömer ANAYURT, Liberal Düşünce dergisi, 23. Sayı, s. 11-12-13)
Yüksek Mahkemeniz üyesi Sayın Haşim KILIÇ’IN AİHM’NİN TBKP ve Sosyalist Parti hakkındaki kararından “Kürt halkı”, “Kürt ulusu” ve “Kürt vatandaşları” kavramlarına ve programda verilen içeriklerine ilişkin, DKP Davası’ndaki muhalefet görüşlerinin üzerinde durmak, onları aktarmak hatırlatma babında bir değere sahip olduğu gibi, Sayın Başsavcının partimiz hakkında açmış olduğu kararı da etkiler niteliktedir.
ANAYASA MAHKEMESİNİN Parti Program ve Tüzüğündeki aykırılıklardan dolayı kapatmış olduğu TBKP AİHM’NE başvurmuş ve Mahkeme konuyu inceleyerek özetle “…Türk Anayasa Mahkemesi TBKP’NİN, program ve tüzüğünde, Türk ve Kürt halkı arasında ayrım yapılarak azınlık yaratma amacının ortaya çıktığını, Türk ve Kürt ulusları biçimindeki sözleri nedeniyle Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesine aykırı davrandığını belirterek temelli kapatmıştır. Ancak, parti programında “Kürt halkı” ve “ulusu” ve “Kürt vatandaşları” sözcüklerinin yer almasının azınlık yaratma amacıyla tanımlanamayacağını ve böyle bir iddiada bulunulmadığını, “Kürt varlığının” sadece kabul edilmesinden başka bir şey istenmediğini, Kürt halkının Türk halkından ayrılması hakkının verilmesi gibi bir istemlerinin olmadığını, şiddete başvurmadan ülke sorunlarına çözümler önerildiğini, bunların can sıkıcı ve hoşa gitmeyen düşünceler olabileceğini ancak katlanılması gerektiği” düşüncesiyle Türkiye’yi sözleşmeyi ihlalden mahkum etmiştir.
Mahkeme kapatılan Sosyalist Parti kararında da aynı görüşleri tekrarlayarak, “Sosyalist Partinin Türk ve Kürt kesimlerini kapsayan bir federal devlet kurulması düşüncesini ve Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının sahip olduğu yolundaki görüşlerini devletin ülkesiyle bölünmez bütünlük ilkesine aykırı” görmemiş, şiddete başvurmadığı sürece sözleşme hukuku korumasından yararlanması gerektiğini ayrıca vurgulamıştır. Mahkeme bu kararı, Sosyalist Partinin dört yıl faaliyette bulunmasına karşın vermiştir.
“Belirtilen bu düşünceler karşısında, bir siyasi partinin ifade özgürlüğünü henüz kullanma aşamasında iken kapatılmasının mümkün olamayacağı, şiddet içermeyen barışçıl önerilerinin de kapatmaya yeter delil olarak kabul edilmeyeceği ortaya çıkmaktadır…” (22 Kasım 2001 tarih, 24591 sayılı Resmi Gazete, sayfa: 199)
Açıkça ortaya çıkan bir sonuç var ki, AİHM’NİN bu kararları karşısında Sayın Başsavcının partimiz hakkında açtı dava uluslararası hukuka, AİHM İçtihatlarına oldukça ters ve aykırıdır.
AİHM’NİN parti kapatmalar ve diğer konularda Türkiye aleyhinde verdiği kararların tümü, Türkiye’nin demokrasisini haklı olarak sorgulayıp, hukukunun demokratik karakterini tartışmaya sokmaktadır.
3.b) Kürtlerin dil ve kültür haklarından bahsetmekle egemen ulus tanımına aykırı hareket ettiği; en önemlisi ve garip olanın da Türkiye hükümetlerinin, Bulgaristan, Yunanistan, Kosova ve benzeri ülkelerde bulunan etnik/ulusal topluluklar için savunduğu tezleri Kürtlere uygulamasının sorunun çözülebileceği görüşünün, farklı ulus ve azınlıkların varlıklarını tanıma anlamına geldiğini, bununla da azınlıklar yarattığını ileri sürmektedir. Yani partimiz, Türkiye’nin çevre devletlerdeki topluluklar/azınlıklar politikasından bahsettiği ve benimsediği zaman yanlış yapmakta, suç işlemekte ve Türkiye için bir tehlike oluşturmaktadır. Peki, aynı yaklaşımı gösteren Türkiye hükümetleri ve sivil-askeri kurumları neden haklı görürü, Böyle bir yaklaşımın hukukun genellik ve eşitlik prensibiyle bir alakası var mı?
Sayın Yargıtay Başsavcısının bu görüş ve iddialarının alabildiğine dar, siyaset ve sosyoloji bilimleriyle; en önemlisi de Türkiye gerçekleriyle alakalı olmayan görüşler olduğunu ileri sürerken, Yüksek Mahkemenizin geniş perspektifli bakış açısına sığınmak istiyoruz.
…1982 Anayasanın köklü değiştirilmesi ya da yeni bir anayasanın yapılması sadece partimizin de bir isteği değil, geniş toplumsal kesimlerin, diğer siyasi partilerin bir kesiminin ve sivil toplum örgütlerinin tümünün de istek ve talebidir. Devletin en yetkili kurumları, yetkilileri ve yargı kurumlarının üyeleri ve başkanları da bu görüşe sahiptirler. Bu konuda sözü Yargıtay Başkanı Sayın Sami Selçuk’a bırakırsak, yeni bir anayasa talebinde partimizin ne kadar haklı olduğu daha da belirgin hale gelecektir.
Sayın Sami SELÇUK diyor ki:
“Çıplak bir uyarıda bulunmak istiyorum. Türkiye meşruluk debisi neredeyse sıfıra yaklaşmış bir Anayasayla yeni yüzyıla giremez, girmemelidir. “Meşruluk, toplumbilimin, siyaset biliminin en önemli kavramlarından biridir ve örselenemez.
“Halkta, bir kurumun, yasanın ya da yöneten kişi(ler)in, bilinen ve benimsenen kurallara göre oluşmuş bir çoğunluğu arkalarında bulundurduklarına ilişkin yaygın inanç varsa, o kurum o yasa ya da yöneten(ler) meşrudur (Burdeau, Duverger, Aron, Easton, Kelsen, Lipson, Weber).
“Meşruluk, barış ve dinginliği sağlayan, kurumu, yasayı, iktidarı ayakta tutan büyülü bir inançtır. En zorba yönetimler bile hep kendilerini meşru göstermeye çalışırlar. Bu yüzden İtalyan Tarihçisi Ferraro: ‘Meşruluk, sitenin/devletin/ toplumun görünmeyen barış meleğidir’ der. “Meşruluk iki türlüdür. Biçimsel meşruluk… ve maddi meşruluk.
“Çoğunluk kurallara göre sağlanmamış ise biçimsel meşruluk yoktur. Kurallara göre sağlanan çoğunluğun onayı sonradan geri çekilmiş ise maddi meşruluk yoktur.
“Acaba 1982 Anayasası biçimsel ve maddi açılardan meşru mudur?
“Biçimsel meşruluk açısından ele aldığımızda görünüm şudur: Anayasa, halk ya da halkın özgür iradesiyle seçilen bir kurucu iktidar, parlamento tarafından değil, kapatılan parlamentonun sıralarına oturtulan atanmış kişilerce yapılmıştır.
“İkinci olarak, meşruluk bir karara, işleme, herkesin sonuçları sorgulayabilecek ve eşit biçimde, zorsuz ve yasaksız katılmalarına bağlıdır. İradeler tartışma sürecinden geçmedikçe meşruluktan söz edilemez. Çünkü tartışma varsa ve ne denli açıksa, sorunları o denli saydamlaşır. Bilgi edinilir ve yanlışa düşme tehlikesi azalır. 04.06.1888’de Clemenceau, ‘konuşulan ülkelerde zafer, susulan ülkelerde utanç vardır’ demişti.
“1982 Anayasası tartışmaya kapalı tutulmuştur.
“Üçüncüsü, tartışma yasağına koşut olarak tek yanlı bir beyin yıkama bombardımanından sonra oylama yapılmış, halk iğfal edilmiştir.
“Dördüncüsü, Anayasa benimsenmediği takdirde pretoryen diktasının süreceği mesajı verilmiş, ölümü gören eli böğründeki halk çaresiz, sıtmaya razı olmuştur.
“Beşincisi, içini gösteren, ‘seni mimlerim’ zarflarıyla gizli oy ilkesi çiğnenmiştir.
“Altıncısı, tek işlemle hem devlet başkanı, hem de Anayasa oylanmıştır. Her ikisini destekleyenlerin ya da onlara karşı olanların sayısı, oranı belirsizdir. Anayasa, anayasayı destekleyenler devlet başkanına katlanmışlarsa Anayasa. Anayasayı destekleyenler, devlet başkanına katlanmışlarsa devlet başkanı desteksiz kalmış demektir. Peki hangisi çoğunluğu elde etmiştir. Bu bir bilmecedir. Ancak bilinen şudur: İkisi de kuşkuyu içinde yaşıyor. Üstelik devlet başkanı için zaten seçme söz konusu değil. Çünkü tek adaydır. Seçenekler arasında özgür seçimde bulunamayan birey özerk değildir. Çünkü özgürlük özerklikten önce gelir.
“Görülüyor ki, toplumla yapılan bu sözleşme (Anayasa) tehditle, fesada uğratılmış bir iradeyle benimsetilmiştir. Bu yüzden Anayasa, biçimsel meşruluktan yoksundur…
“Gelelim 1982 Anayasasının maddi meşruluk açısından durumuna.
“Bilindiği üzere anayasalar, örgütlenmiş siyasal birim olan devletin gücünü sınırlayan, bireyin hak ve özgürlük alalarıyla bunların çiğnenmelerine karşı denetim yolları belirleyen, iktidarın tek elde toplanmasını önleyerek çoğulculuğu benimseyen, çok iktidar ilişkisinde dengeleri sağlayan, her türlü hukuk dişiliği engelleyen metinlerdir.
“1982 Anayasası tersini yapmış, devlet gücünü sınırlayacak yerde hak ve özgürlükleri sınırlamış ve bunları adeta istisnalar haline getirmiş, halka güvensizliği ruhuna içselleştirmiş, yargı birliğini ve bağımsızlığını örselemiş, demokrasi rejimini değil, cumhuriyet yönetimini öngörmüştür. 1961’in insan hak ve özgürlüklerine dayanan devleti (md.2) gitmiş hak ve özgürlüklere lütfen “saygılı” (md2) “kutsal devleti” gelmiştir.” (Adli Yıl Açış Konuşması 1999-2000, sayfa: 49-50)
İşte partimizin değiştirmek istediği anayasa, Sayın Sami Selçuk’un tanımladığı bu anayasadır.
Partimiz, programını kaleme alırken, “azınlıklar” ve “çoğunluklar” gibi bir ayrımı gözeterek hareket etmemiştir. Daha önceki satırlarda da belirttiğimiz gibi, programda Türkiye’de gerçekleştirmek istediği toplumsal ve siyasi yeni sistemi çerçevelendirerek; Türkiye’deki tüm hayati sorunları ve bu hayati sorunların içinde de Kürt sorununu temel sorun olarak tespit ederek, çözümler üretmiştir.
Ayrıca partimiz, Kürtlerin de azınlık statüsünde olduğu görüşünde de değildir. Kürtler, Türkiye nüfusunun 1/3’i kadardır. Hem belirli iki bölgede yaşayan ve hem de Türkiye’nin belirli bölgelerinde, kentlerinde yoğunlaşma gösteren bir topluluk özelliğin göstermektedir.
Sayın Başsavcı, programımızda genel anlamda dile getirilen bazı kavramlardan belirli sonuçlara varmakta; Türk dili ve kültürü dışındaki dillerin ve kültürlerin yasak olmadığını ileri sürmekle başka etnik gurupların/azınlıkların olduğunu kabul ediyor ve ne yazık ki bunlardan bahsetmekle de partimizin “azınlıklar” yarattığını ve bununla anayasal suç işlediğini ileri sürüyor.
Oysa Kürt dili ve Kürt kültürü üzerinde yasakların olduğunu, bu yasakların kaldırılması için Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde yapılan tartışmalar hem açıklıyor ve hem de Sayın Başsavcının doğruyu ifade etmediğini gösteriyor. Ayrıca, bulunduğumuz aşamada, hükümet ve hükümet dışı güçlerin, yetkililerin, Kürt dilinden, Kürt dilinden yayın ve eğitimden bahsetmeleriyle, “azınlıklar” yaratmıyorlarsa partimiz de böyle bir eylem içinde değildir, anlamına gelir.
Ayrıca, Sayın Başsavcı da iddianamesinin 13. sayfasında Türkiye’de etnik gurupların varlığını kabul etmekte ve şöyle demektedir: “Yasayla, ülkedeki etnik gurupların dil ve kültürleri yasaklanmamıştır. Çeşitli kökenlerden gelen yurttaşlar kendi dil ve kültürlerine sahip bulunmakta, onları geliştirmektedir.” Sayın Başsavcının, Türkiye’de etnik gurupların varlığından bahsetmesi dışındaki diğer görüşlerine katılmak mümkün olmamakla birlikte, Sayın Başsavcının da “azınlıklar yaratma suçunu” işlemekte olduğunu ileri sürmemiz yanlış olmaz.
Görünen o ki, toplumsal olgular, gerçekler ne kadar gizlenmeye çalışılsa da, güneşin balçıkla sıvanmayacağı ve mızrağın çuvala sığmayacağı gerçeğiyle karşı karşıya kalınıyor. Olgular ve gerçekler “kara deliklerini” kapatmak ve tümden perdelemek olanaklı olmuyor.
Kürtlerin varlığı bir gerçek. Türkiye yapılandırılırken bu gerçek gözetilmemiştir. Oysa Osmanlı İmparatorluğu yapılanmasında Kürtler, toplumsal, siyasal ve idari alanda önemli bir yere sahiptiler. Türkiye Devletinin kuruluşundan bir dönem sonra, Kürtlerin varlığı inkar edilmiştir. Bunun doğru olmadığı, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinden önce açığa çıkmıştır. Buna rağmen, Kürt dili, kültürünün yasaklılığı devam etmiştir, günümüzde de devam etmektedir. Kürtçe eğitim-öğretim, basın yayın hakkı Kürtlere tanınmamıştır. Bu tutum, insan ve insan topluluklarının sahip olması gereken bireysel ve kollektif haklar dizisine, uluslar arası sözleşmelere, en önemlisi de Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesine aykırıdır. O sözleşmede her çocuğun ana diliyle eğitim yapma hakkı vardır. Dünyadaki tüm çocuklar kendi ana dillerinden eğitim yapma hakkına sahipken, Kürt çocuklarının bundan mahrum bırakılmasının kabul edilir yanı olamayacağını Yüksek Mahkemenizin de kabul edeceğinden şüphe duymuyoruz. Ayrıca bu hakkın tanınması tesadüfi değil, çocuk gelişiminin doğal sonucu ve pedagojik bir olgudur.
Yerel yönetimler, çoğulcu ve katılımcı demokrasinin yaygın ve genişliğine yapılanmasının önemli platformları, temsil organları, hizmet alanları ve doğrudan demokrasi ilkelerinin işlerlik bulduğu düzeyleridir. Demokrasi, halkın alabildiğince katılımını ve yönetimde temsil gücünü ve yönetme kapasitesini güçlendirmek anlamına geldiğine göre, bu anlamda da yerel ve hem de özerk yerel yönetimlerin önemi tartışmasızdır. Halk yerel yönetimlerde, kendisini ilgilendiren konularda doğrudan söz ve karar sahibidir. Bu demokratik özerk yerel yönetim yapılanması, bölünmeyi değil, halkın kendi genel ve özel çıkarları etrafında, farklı dil, kültür, etnik, dinsel, mezhepsel ve sınıfsal renkleriyle birlikte daha da bütünleşmesini sağlar.
Demokrasilerde Bölge Meclisleri, özerk yerel yönetimlerimden daha kapsamlı, daha makro kararların alındığı temsil organlarıdır. Partimiz, Bölge Meclisleriyle özel yeni bölgeler oluşturmuyor. Türkiye’de düşüncemize göre derin tarihsel, siyasal ve kültürel referansları olan varolan coğrafi bölgeler üstünde Bölge Meclisleri’nin oluşmasını öngörüyor. Partimiz bu Bölge Meclisi yapılanması önermesiyle, devletin tekliği ve bölünmezliğiyle değil; devletin ve siyasi sistemin yapısının değişmesi, iktidarın paylaşılmasıyla ilgilenmektedir.
Ayrıca bu idari ve demokratik temsil yapısı önerisiyle, Türkiye’yi bölgelere ayırma ve Anayasaya aykırı bir iş de yapmıyor. Bu düşünce ve temsil organı yapılanması, Anayasanın 126. maddesinin 3. fıkrasından da söz konusu. Anayasanın bu hükmüne göre: “Kamu hizmetlerin görülmesinde verim ve uyumu sağlamak amacıyla, birden çok ili içine alan merkezi idare teşkilatı kurulabilir. Bu teşkilatların görev ve yetkileri kanunla düzenlenir.” Anayasa, birden çok ili içine alan “merkez idare teşkilatının” oluşmasını öngörüyor. OHAL Bölgesi ve valiliği bunun en somut göstergesidir. Partimiz de, bölgelerdeki illeri bileştirerek demokratik bir temsil organı olan Bölge Meclislerini oluşturmaya çalışıyor.
Partimiz, bu illerin valilerinin, kaymakamlarının ve emniyet müdürlerinin seçimle tespit edilmesini, ülkenin daha demokratikçe yönetimi ve halkın ihtiyaçlarına cevap verebilecek yöneticisini seçmesi, hizmetlerin demokratik bir yarış anlayışı içinde görülmesi için, vazgeçilmez kabul ediyor. Bu projeyle, devletin “tekliği” ve “bütünlüğü” sorununa son verilmiyor, siyasi iktidarın ve sistemin otoriter, tekçi karakterine son verilmek isteniyor. ABD, AB üyesi ülkelerin hepsinde demokratik çoğulcu, partimizin öngördüğü bir sistem ve yapılanma söz konusu. Bu sistemlerde öngörülen ve gerçekleştirilen bu yapılar, bölünmeye yol açmadıkları gibi, daha bütünleşmiş toplumsal yapıların ve devletlerin gelişmesine yol açmıştır.
Partimiz, teknik federal bir sistem önermiyor. Türkiye’nin AB’ye girişinden sonra, idari yapılanmanın kendi doğası içinde, halkın özgür tartışması, seçimi, genel ve bölge meclislerinin belirleyeceği hukuk çerçevesi içinde yapılanacağı ve statü kazanacağı ortada. Topluma ilişkin konularda, önceden tespit edilen ya da başka yerlerden ihraç edilen şablon modellerle hareket etmek, en büyük antidemokratikliktir. Bu noktada üniter devletin yapısal özelliklerini biraz daha açmak, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezlik” ilkesine daha fazla ışık tutacaktır.
“…Avrupa Birliği üyelerinin üçü dışında hepsi üniter devlettir. Üniter devletlerin anayasalarının başlıca iki özelliği dikkat çekicidir. Birincisi, bunların çoğunda devletin “üniter” vasfının açıkça ifade edilmemiş olmasıdır. Bu konuda Portekiz ve İtalya istisna teşkil etmektedir. Nitekim, Portekiz Anayasası’nın 6., İtalya Anayasası’nın 5. maddesinde üniter vasfı açıkça belirtilmiştir. Mamafih, bu terime yer vermeyen kimi üniter anayasalarda devletin “bölünmez” olduğu yazılıdır. Bunlar da Fransa (m.2), Lüksemburg (m.1) ve Finlandiya (m.4) anayasalarıdır. İtalya Anayasası her iki sıfatı birlikte zikretmiştir (m.5)…
“Üniter devletler arasında bulunan Finlandiya Anayasasının 17. maddesinde çeşitli toplulukların (örn. Romanlar) ve Samiler gibi yerli halkların kendi dil ve kültürlerini koruyup geliştirme hakkına sahip oldukları, ayrıca bu ikinci gurubun kendi dillerini resmi makamlar önünde kullanabilecekleri belirtilmiştir.
“İkinci özellik, üniter Avrupa Devletlerin önemlice bir kısmında ya etnik-kültürel topluluklara özerklik tanınmış ya da idari yapının belirgin bir adem-i merkeziyetçiliğe dayandırılmış olmasıdır. Birinci grubun tipik örneğini İspanya oluşturmaktadır. Nitekim İspanya Anayasası’nın 2. maddesinde “anayasa onu oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerklik oluşturan hakkı ile birlikte onlar arasındaki dayanışmayı tanır ve garanti eder” hükmü yer almaktadır. Ayrıca 3. madde İspanyolca dışındaki diğer dillerin de her bir özerk toplulukta resmi dil olacağını (2. bend) ve İspanya dil zenginliğinin kültürel bir miras olarak özel saygı göreceğini (3. bend) hükme bağlamıştır. Portekiz anayasasında da buna benzer bir hüküm vardır. Nitekim, Anayasa’nın 6. maddesine göre “Azores ve Madeira takım adaları kendi siyasi ve idari statüleri ve kendi öz-yönetim kurumları bulunan özerk bölgeler oluştururlar.” Nihayet yine üniter bir devlet olan İsveç’in Anayasası da 2. maddesinin 4. bendinde “etnik, dilsel ve dinsel azınlıkların kendi kültürel ve sosyal hayatlarını koruma ve geliştirmeleri için fırsatlar artırılır” demektedir.
“Üniter devletler içinde anayasası adem-i merkeziyetçiliği vurgulayan ülkelerin başında İtalya gelmektedir. Nitekim, İtalya Anayasası’nın 5. maddesinde devletin üniter ve bölünmez olduğu, ama aynı zamanda yerel özerklikleri tanıdığı ve kamu hizmetlerinde en geniş adem-i merkeziyete yer verileceği hükmü yer almaktadır. Ayrıca bu ülkede etnik-kültürel azınlıklara özerklik tanınmamışsa da, Anayasa dil azınlıklarının korunmasını öngörmektedir.(m.6).
“Üniter devletlerde ilgili olarak işaret edilmesi gereken nokta, İrlanda Anayasasındaki “resmi dil” ikiliğidir. Gerçektende de, bu anayasanın 8. maddesi 1. fıkrasında İrlanda dilini“birinci resmi dil”, ikinci fıkrasında ise İngilizceyi “ikinci resmi dil” olarak tanımlamaktadır.” (Mustafa Erdoğan, Prof. Dr ve Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi, Liberal Düşünce Dergisi, 23. Sayı, sayfa; 30-31)
Demek oluyor ki, üniter devletin, etnik-ulusal toplulukların dilsel ve kültürel haklara sahip olmaları, adem-i merkeziyetçilik, bölgesel özerklikler, resmi dillerin çoğulculuğu ile bir çatışması da söz konusu olmayabiliyor. Üstelik federal sistemler bile, devletlerin tekliğine son veren sistemler değil, egemenlik ve iktidarın bölgeler arasında paylaşılmasını getiren devlet yapılanmalarıdır. Sayın Mahkemeniz üyesi Haşim KILIÇ’ın DKP Davası’ndaki muhalefet gerekçesinde de belirttiği, Sosyalist Partinin Mahkemeniz tarafından verilen kapatma kararından sonra AİHM’NİN verdiği karşıt kararda da: “Türk ve Kürt kesimlerini içeren bir federal devlet kurulması düşüncesini ve Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına sahip yolundaki görüşlerini devletin ülkesiyle bölünmez bütünlük ilkesine aykırı” görmemiştir” diyor. (22 Kasım 2001 tarih ve 24591 Sayılı Resmi Gazete, sayfa: 199)
Bir ülkenin ve devletin bölünmezliğine son vermek, uygun ve uyumlu araçları, yöntemleri seçmeyi de gerekli kılar. Bu araçlar ve yöntemler de, toplumların tarihsel tecrübelerinin gösterdiği gibi, şiddet ve silahlı mücadeledir. Demek ki partimizin de Türkiye’nin bölünmezliği için tehdit oluşturması, bölünmezliğine son verme isteği bu araçları ve yöntemleri benimsemesiyle olanaklı olabilirdi. Oysa partimiz, şiddeti ve silahlı mücadeleyi kesinlikle red ediyor. Türkiye’deki hayati sorunların ve temel bir sorun olan Kürt sorununun çözümü için, “toplumsal uzlaşmayı”, eşitlikçi, demokratik hukuka ve uluslar arası demokratik ve Türkiye’nin de imzaladığı sözleşmelere dayalı çözümleri, barışçıl yöntemleri benimsemektedir. Toplumsal uzlaşma, bir arada olmayı, birlikte yaşamayı, birlikte tartışarak çözümler üretmeyi öngörür.
Partimiz tüzüğünün 3. maddesinde bu yöntem ve tarzını açıkça belirtmektedir: “Partimiz, Türkiye’yi idari, siyasi, toplumsal ve ekonomik olarak; evrensel demokratik hukukun, dünyanın ve AB ülkelerinin çoğulcu siyasi normları içinde adem-i merkeziyetçi tarzda yeniden yapılandıracak; Kürt sorununu hak eşitliği temelinde toplumsal uzlaşma ile çözecek.”
Başka bir gerçek: Bir devleti ve ülkeyi bölmek isteyen bir parti şiddet ve silahlı mücadeleyi vasıta ve yöntem olarak benimsediği zaman, Ona uygun örgütlenme biçimini de seçmek zorundadır. Böyle bir örgütlenme, mevcut hukuka uygun yasal bir örgütlenme olamaz, yasal olmayan, yani mevcut devlet ve kanun otoritelerinin denetimi dışında bir örgütlenme olur. Açık, şeffaf, kitlesel demokratik bir örgütlenme olmaz. Sıkı, askeri ve otoriter disiplinli, üye alımında alabildiğince seçkinci davranan, üyeleri özel eğitimli olan bir örgütlenme olur. Partimiz ise tüzüğünde, açık, şeffaf, demokratik, kitlesel bir parti olduğunu açıkça belirtmiş; çoğulcu demokrasiyi parti içinde yapılandırmıştır. Partimiz tüzüğünün 2. maddesinde partimizin karakteri konusunda şunlar söylenmektedir:
“HAK VE ÖZGÜRLÜKLER PARTİSİ, YENİLİKÇİ, DEĞİŞİMCİ, DEMOKRAT, YURTSEVER DEĞİŞİK GÖRÜŞLERE SAHİP UNSURLARIN ÜYE OLDUĞU ÇOĞULCU, KATILIMCI, KOLLEKTİF VE AKLA DAYALI DEMOKRATİK KİTLE PARTİSİDİR.“
“Parti, üye ve örgütlerini, parti çalışmalarıyla ilgili olarak sürekli ve zamanında yazılı biçimde, özel yapacağı toplantılar, konferanslar, seminerlerle bilgilendirir, denetleme sürecini yaratır.
Parti tüzüğümüzün 4. maddesinde “partinin bağlı olduğu çalışma ilkeleri” incelendiği zaman, partimizin ne kadar açık, şeffaf, demokratik, hem hukuk otoriteleri ve hem de kamuoyu denetimine açık olduğu rahatlıkla görülecektir. Bu kadar açık, demokratik ve denetlenebilir bir partinin, Türkiye’nin bölünmezliğini tehlikeye sokup sokmayacağı Yüksek Mahkemenizin takdirleri arasındadır.
DKP Davası’ndaki muhalefet gerekçesinde Sayın Mahkemeniz üyesi Haşim KILIÇ ve AİHM’NİN bölünmeyle şiddet ve terör arasında doğrudan bir bağ kurması da isabetli, olgusal, tarihsel, sosyolojik olduğu kadar; siyasal sistemlerin yapılanma süreçleriyle de bir uyumluluk içindedir.
“DKP’NİN terörle ve şiddetle bir bağlantısının kurulamadığı, yakın ve kesin bir tehlikeyi harekete geçirecek söz ve eylem birliğinin olmadığı, kapatılmalarından ötürü Türkiye’nin mahkum olduğu Türkiye Birleşik Komünist Partisi ile Sosyalist Partinin program ve eylemleri ile davalı Partinin programı arasında benzerlik bulunmasına karşın, Avrupa Mahkemesi’nin kararının göz ardı edildiği, otoriter ve totaliter uygulamalar sonunda ortaya çıkan kimi bölgesel sorunları dile getirerek ülkenin bölünmez bütünlüğü içinde barışçıl çözümler öneren Partinin kapatılması AİHS’NİN ve Avrupa Mahkemesi’nin içtihatlarına açık aykırılık oluşturmaktadır.” (22 Kasım 2001 Tarih, 24591 Sayılı Resmi Gazete, sayfa: 199) Aynı davada muhalefeti olan Sayın Mahkemeniz üyeleri, Yalçın ACARGÜN, Sacit ADALI ve Fulya KANTARCIOĞLU’NUN görüşleri de bu doğrultudadır, (aynı Resmi Gazete, sayfa: 201-203) Aynı gerçeklerin ve görüşlerin partimiz içinde geçerli olacağı ortada. Bu nedenle de, partimiz hakkındaki davanın usul ve muhteva açısından görülmezliği ortadadır.
ANAYASA İLE FARKLI DEĞERLENDİRME İÇİNDE OLMAK, DEMOKRASİYE AYKIRILIK ANLAMINA GELMEYECEĞİ GİBİ, ANAYASAYI DA İHLAL ANLAMINA GELMEZ..
Partimiz programında, mevcut anayasadan farklı değerlendirmelerin olduğu açık. Çünkü partimiz, mevcut anayasaya kendisini bağlı ve Onun kapsamı içinde kurulmasına rağmen, Onu değiştirmek istemektedir. Bu bağlamda, anayasadan farklı değerlendirmeler içinde olması kadar doğal bir şey olamaz.
Üstelik, Türkiye’deki Anayasanın evrensel hukuk ve AB hukukuna göre değişikliğe ihtiyacı olduğu, Yüksek Mahkemeniz dahil, bütün devlet kurumları, sivil ve askeri yetkililer, siyasal partiler ve sivil topum örgütleri tarafından da kabul gördüğüne göre, anayasadan farklı değerlendirmeler ihlal olmadığı gibi, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliğine” aykırılık anlamına hiç gelmez.
AB Hukuk mevzuatına uygun Türkiye’deki yasal değişikliklerde ölçü, çağdaş, çoğulcu katılımcı demokrasinin kurallarına uyarlılık içinde olması, evrensel demokrasinin kurallarına göre, Ona uygun yerel hukuk, kanunları ve anayasayı şekillendirmedir. Partimiz de, değiştirmek istediği mevcut anayasayla farklı değerlendirmelere sahip olmasına rağmen, bütünlükçü sisteme yol açan çoğulcu, katılımcı demokrasi ve demokratik kurallarla bir uyum içindedir.
…
AİHM’DE PARTİ KAPATMA DAVALARI VE ANAYASANIN GEÇİCİ 15. MADDESİ
…
AİHM, 30.01.1998 tarihli kararı ile TBKP’NİN, 25.05.1998 tarihli kararıyla Sosyalist Partinin ve 06.12.1999 tarihli kararıyla ÖZ-DEP’İN, Mahkemenizce kapatılması kararlarını demokratik toplumda zorunlu, meşru amaçla orantılı bulunmaması nedenleriyle, AİHS’NİN 11. maddesine aykırı bulmuştur. Bunlardan TBKP, mahkemeniziz tarafından isminde komünist ismine yer verdiğinden (SPK, m. 96), tüzük ve programının devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez niteliğini bozduğundan (AY, m. 68, SPK, m. 78/a, 81/a, 81/b, 89) kapatılmıştı. Sosyalist Parti ise tüzük ve programlarıyla eylemlerinin anayasaya ve SPK’NİN dördüncü bölümünde yer verilen devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı amaçlar gütme yasaklarına aykırılık gerekçesiyle kapatılmıştı. ÖZ-DEP ise, parti programının devletin ülkesi ve bölünmez niteliği (SPK 78/a, 81/a, 81/b) ile laik devlet niteliğine aykırılık (SPK, m. 89) oluşturduğu gerekçesiyle kapatılmıştır.
“AİHM, her üç parti kapama davasına ilişkin kararlarında şu görüşlere yer vermektedir:
a) Demokrasi, düşünce özgürlüğü ile beslenir. Çoğulculuk olmadan demokrasiden söz edilemez. Demokrasinin iyi işleyişi ve çoğulculuğun sürdürülebilmesi açısından siyasal partiler büyük öneme haizdir. Demokrasinin temel prensiplerinden birisi de , bir ülkenin karşılaştığı sorumların şiddete başvurulmaksızın, diyalog yoluyla çözümü konusunda fikir ve düşüncelerin serbestçe ifade edilebilmeleri imkanının güvence altına alınmasıdır. Hatta bu düşünceler rahatsız edici olsalar bile.
b) Bir parti programındaki istemlerin, projelerin, önerilerin, bir devletin mevcut siyasal ve sosyal yapısıyla ve prensipleriyle bağdaşmaması, Onların demokrasi ilkesine aykırılığı sonucu doğurmaz. Bir devletin mevcut organizasyon modeliyle çatışsa da, farklı siyasal programların önerilmesi, tartışmaya açılması, demokratik ilkeler içerisinde kalmak, bizzat demokrasiye zarar vermemek şartıyla demokrasinin özünü ifade eder.
c) Örgütlenme özgürlüğü, yalnızca inandırıcı ve zorlayıcı nedenlerle kısıtlanabilir. 11. maddede belirtilen istisnalar, siyasal partiler söz konusu olduğunda dar bir yorumu zorunlu kılar…
d) Sözleşmenin 10. maddesinde düzenlenen ifade özgürlüğü, defalarca belirtildiği üzere, sadece açıklanan düşüncelere taraftar olunduğunda, rahatsız edici bulunmadığında, hoşa gittiğinde ya da farklı olmadığında değil, aynı zamanda taciz edici, rahatsız edici, şok altına sokucu etkileri bulunduğunda da söz konusudur. Bunlar çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri olup bunlarsız bir demokratik toplum olamaz.
e)Kapatma, siyasal partilere uygulanabilecek en radikal yaptırım olarak hedeflenen amaçla orantılı, bu amaç bakımından elverişli ve demokratik toplum açısından zorunlu olmadıkça başvurulamaz.
f)……Partinin toplum, devlet ve demokrasi bakımından gerçek bir tehlike oluşturan politikayı benimsemiş olduğunu gösteren açık, somut ve inandırıcı deliller olmaksızın salt ismine bakılarak kapatma yoluna gitmek yeterli bir sebep oluşturmaz.
g) İfade özgürlüğü, 11. maddede de düzenlenen toplantı, gösteri yürüyüşü ve örgütlenme özgürlüğünün önemli unsurlarından biridir. Siyasal partiler bakımından 11. madde, 10. maddeyle bir bütün olarak değerlendirilir.” (Yrd. Doç. Dr. Ömer ANAYURT, Liberal Düşünce dergisi, 23. Sayı, s. 11-12-13)
Yüksek Mahkemeniz üyesi Sayın Haşim KILIÇ’IN AİHM’NİN TBKP ve Sosyalist Parti hakkındaki kararından “Kürt halkı”, “Kürt ulusu” ve “Kürt vatandaşları” kavramlarına ve programda verilen içeriklerine ilişkin, DKP Davası’ndaki muhalefet görüşlerinin üzerinde durmak, onları aktarmak hatırlatma babında bir değere sahip olduğu gibi, Sayın Başsavcının partimiz hakkında açmış olduğu kararı da etkiler niteliktedir.
ANAYASA MAHKEMESİNİN Parti Program ve Tüzüğündeki aykırılıklardan dolayı kapatmış olduğu TBKP AİHM’NE başvurmuş ve Mahkeme konuyu inceleyerek özetle “…Türk Anayasa Mahkemesi TBKP’NİN, program ve tüzüğünde, Türk ve Kürt halkı arasında ayrım yapılarak azınlık yaratma amacının ortaya çıktığını, Türk ve Kürt ulusları biçimindeki sözleri nedeniyle Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesine aykırı davrandığını belirterek temelli kapatmıştır. Ancak, parti programında “Kürt halkı” ve “ulusu” ve “Kürt vatandaşları” sözcüklerinin yer almasının azınlık yaratma amacıyla tanımlanamayacağını ve böyle bir iddiada bulunulmadığını, “Kürt varlığının” sadece kabul edilmesinden başka bir şey istenmediğini, Kürt halkının Türk halkından ayrılması hakkının verilmesi gibi bir istemlerinin olmadığını, şiddete başvurmadan ülke sorunlarına çözümler önerildiğini, bunların can sıkıcı ve hoşa gitmeyen düşünceler olabileceğini ancak katlanılması gerektiği” düşüncesiyle Türkiye’yi sözleşmeyi ihlalden mahkum etmiştir.
Mahkeme kapatılan Sosyalist Parti kararında da aynı görüşleri tekrarlayarak, “Sosyalist Partinin Türk ve Kürt kesimlerini kapsayan bir federal devlet kurulması düşüncesini ve Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının sahip olduğu yolundaki görüşlerini devletin ülkesiyle bölünmez bütünlük ilkesine aykırı” görmemiş, şiddete başvurmadığı sürece sözleşme hukuku korumasından yararlanması gerektiğini ayrıca vurgulamıştır. Mahkeme bu kararı, Sosyalist Partinin dört yıl faaliyette bulunmasına karşın vermiştir.
“Belirtilen bu düşünceler karşısında, bir siyasi partinin ifade özgürlüğünü henüz kullanma aşamasında iken kapatılmasının mümkün olamayacağı, şiddet içermeyen barışçıl önerilerinin de kapatmaya yeter delil olarak kabul edilmeyeceği ortaya çıkmaktadır…” (22 Kasım 2001 tarih, 24591 sayılı Resmi Gazete, sayfa: 199)
Açıkça ortaya çıkan bir sonuç var ki, AİHM’NİN bu kararları karşısında Sayın Başsavcının partimiz hakkında açtı dava uluslararası hukuka, AİHM İçtihatlarına oldukça ters ve aykırıdır.
AİHM’NİN parti kapatmalar ve diğer konularda Türkiye aleyhinde verdiği kararların tümü, Türkiye’nin demokrasisini haklı olarak sorgulayıp, hukukunun demokratik karakterini tartışmaya sokmaktadır.