26-27 Haziran 2004Bilindiği gibi 10-11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye Avrupa Birliği’ne “Aday Devlet” statüsü verildi. Bu gidişle; 2004 Aralık ayındaki zirve de Avrupa Konseyi’nin Türkiye ile katılım müzakerelerini başlatma konusunda olumlu bir karar verme olasılığı yüksek görünüyor. Hak ve Özgürlükler Partisi olarak, Türkiye’nin AB üyelik sürecini irdelemek, Kürt halkının Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine ilişkin tutum ve beklentilerini tespit etmek için başta Diyarbakır olmak üzere Türkiye’nin bir çok yerinde ‘AB Sürecinde Türkiye ve Kürtler’ konulu sempozyumlar düzenledik. (Ne yazık ki 11 Nisan 2004 günü Diyarbakır’da gerçekleştirmeyi planladığımız ilk toplantı Diyarbakır Valiliği tarafından yasaklandı. Bu uygulama sürecin ruhuna ters düşen talihsiz bir durumdu). Gerçekleştirdiğimiz toplantılara Kürt toplumunun her kesiminden aydın, hukukçu, yazar, sendikacı, sanatçı, sivil toplum temsilcileri ve siyasetçilerden oluşan yüzlerce insan iştirak etti. Katılımcıların çoğu yazılı ve sözlü olarak Kürtlerin AB sürecinden beklentileri hakkında fikirlerini açıkladılar. Bütün bu katılımcı toplantı ve tartışmalar sonucunda ortaya çıkan düşünce ve önerileri ana hatlarıyla sizlerle paylaşmayı uygun görüyoruz. Kürtler Ortadoğu’nun En Eski Halklarından Birisidir ve Her Halk Gibi Bütün Ulusal Demokratik Haklarını Özgürce Kullanabilmelidir Sıkça belirtilenin aksine Kürtler azınlık değil, Ortadoğu’nun en eski ve en büyük yerleşik halklarından birisidir. Kürtlerin kendilerine özgü Hint Avrupa Dil Grubu’na ait Kürtçe diye bir dilleri, zengin bir kültür ve çok eskiye dayanan bir tarihleri var. Bu halkın 20 milyona yakın kısmı ise Türkiye sınırları içinde yaşamaktadır. Kurtuluş Savaşı sırasında, dönemin yöneticileri tarafından Kürtlere verilen vaatler, Cumhuriyet’in kuruluşu ve Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte unutulmuş, bunun yerine Kürtlerin varlığını inkara dayalı tekçi bir politika izlenmeye başlanmıştır. Kürtler, ulusal demokratik haklarını istemek için başkaldırdıkların da ise bunlar kanla bastırılmış, milyonlarca Kürt sürgüne yollanmıştır. 1925 Şeyh Sait İsyanı, 1930 Ağrı Ayaklanması ve 1937 Dersim Başkaldırısı, Cumhuriyet döneminde kanla bastırılan en önemli Kürt ayaklanmaları arasındadır. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Kürt halkının varlığı gibi, dili ve kültürü de yok sayılmış, Kürtler büyük çaplı bir asimilasyon kampanyasına tabi tutularak Türkleştirilmeye çalışılmıştır. Kürtlerin yaşadığı bölge ekonomik ve sosyal olarak geri bıraktırılmış, burada çağdışı sosyal yapılar bilinçli olarak korunup ayakta tutulmuştur. Özetle Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın bütün alanlarından dışlanmışlardır. 1980 darbesinden sonra Kürtlere karşı izlenen baskı ve inkar politikası iyice çığırından çıktı. 1984 yılında PKK’nin başlattığı silahlı eylemler ise yönetimin baskı ve yok etme politikalarını hayata geçirmek için büyük bir fırsat yarattı. Son 15-20 yıllık süreçte Kürtler ve onların yaşadığı bölge tam bir yıkım politikasının hedefi haline getirildi. İzlenen zoraki göç politikaları ile Kürt bölgesinin demografik yapısı bozuldu, binlerce köy ve kasaba yakılarak boşaltıldı, burada yaşayan üç milyon dolayında insan zoraki göçe tabi tutuldu. Son onbeş yılda yaşanan silahlı çatışmalar sonucunda resmi verilere göre 35 bin dolayında, gerçekte ise 50 binden fazla insanımız yaşamını yitirmiş, bir o kadarı yaralanmıştır. Bu dönemde, binlerce insan ise ‘faili meçhul’ cinayetler sonucu katledilmiştir. Oluşturulan Köy Koruculuğu sistemiyle Kürt toplumunun arasına düşmanlık tohumları ekilmiştir. OHAL Valiliği, Özel Tim ve JİTEM gibi kurumlarla bölgede hayat çekilmez hale getirilmiştir. Son dönemde AB ile uyum çerçevesinde yapılan kimi düzenlemelere rağmen Kürt sorunu konusunda izlenen inkar politikası esas olarak terk edilmemiş, Kürt halkının varlığı hala resmen tanınmamıştır. Öte yandan, Türkiye’yi yönetenler yıllar boyunca Kürt sorununu bir asayiş sorunu olarak göstermeye çalışmış ve çözümü de güvenlik güçlerine havale ederek baskı yoluna başvurulmuştur. Son yirmi yılda ise Kürt sorunu PKK ile özdeşleştirilerek, bu sorun iç ve dış kamuoyuna bir ‘terör’ sorunu olarak yansıtılmaya çalışılmıştır. Bu şekilde Kürt halkına karşı izlenen baskı politikalarına bir meşruiyet kazandırılmak istenmiştir. Oysa Kürt sorunu esas olarak ulusal bir sorundur. Ama aynı zamanda ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, tarihi ve jeopolitik boyutları olan ve bir çok (Türkiye, Irak, İran, Suriye gibi) ülkeyi ilgilendiren komplike bir yapıya sahiptir. Sorununun bu tarzda konulması çözüm çabaları için son derece önem taşır‘Katılım Ortaklığı Belgesi’ ve ‘Ulusal Program’ Kürt Halkının Haklarını Tanımlamaktan Uzaktır. AB’nin kuruluş amaçlarından birisi istikrar ve sürdürülebilir barış ortamını sağlamaktır. Türkiye koşullarında böyle bir amacı gerçekleştirmenin en önemli koşullarından birisi ise Kürt sorununun demokratik ve hak eşitliği temelinde çözümüdür. Ne varki Katılım Ortaklığı Belgesi ve hükümetin hazırladığı Ulusal Program ile bunların düzeltilmiş versiyonları bu mantık ve anlayıştan uzak bulunmaktadırlar. Ayrıca, AB’nin, hazırladığı Katılım Ortaklığı Belgesi ve ilerleme raporlarında Kürtleri ve Kürt sorununu bu çerçeveye oturtmaması Kürt halkı arasında ciddi kaygı ve hoşnutsuzluğa neden olmuştur. Oysa, Avrupa Parlamentosu 1992 de Kürt Halkının Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı’nı tanıdığını kararlaştırmıştı. Gerek Katılım Ortaklığı Belgesi’nde gerekse Türkiye’nin Ulusal Program’ında Kürt sorunu kimi zaman görmezlikten gelinmiş, çoğu kez de kişisel haklar düzeyine indirgenmiştir. Kıbrıs sorununun çözümünde eşitlik ve adaletten bahseden AB’nin, Kürtlerden sadece hak kırıntıları ile yetinmesini istemesi bu birliğin oluşturduğu hakkaniyet ilkelerine uygun değildir. Türkiye’nin hazırladığı Ulusal Program, AB’nin felsefesi, demokratik kriterleri ve mantığı ile bir tutarlılık içinde değildir. Ayrıca Ulusal Program’ın hazırlık aşamasında toplumun ve en başta da Kürtlerin katılımı sağlanmamış, onların ne istediklerine bakılmamıştır. Böyle bir programın, Türkiye’nin çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi AB normlarında yapılandırmasına yetmeyeceği açıktır. Partimiz, “AB Uyum Yasaları”nın tartışıldığı ve TBMM’de onaylandığı dönemde yayınladığı 25 Mart 2003 tarihli raporunda da bu alandaki eksik ve yanlışlara ısrarla dikkat çekti. Ama ne yazık ki, parlamento ve hükümet temsilcileri bildiklerinde ısrar etti. Sonuçta Türkiye’nin köklü demokratikleşme taleplerinden uzak bir tablo ortaya çıktı. Peki bu güne kadar çıkarılan bunca ‘uyum paketine’ ve değişikliklere rağmen insan hakları, örgütlenme özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkı, kısaca demokrasinin olmazsa olmaz normları alanında durum nedir?AB ile Uyum Çerçevesinde Yapılanlar ve Yapılmayanlar Nelerdir?Bu raporun hazırlandığı tarihe kadar TBMM, 8 paketten oluşan bir dizi yasal ve anayasal değişiklik gerçekleştirdi. 9.su ise Parlamentoya sevk edilmiş durumdadır 2002 tarihinden bu yana yasal ve anayasal düzeyde yapılan değişiklik ve düzenlemelerin belli başlıları şöyle sıralanabilir: Bu dönem içinde; OHAL uygulamasına son verildi. TMY’nin 8 maddesi kaldırıldı. İdam cezası, başta savaş
koşulları hariç olmak üzere, daha sonra ise tümden anayasadan çıkartıldı. Anayasadaki Kürtçe konuşma yasağı ile ilgili maddeler çıkartıldı. Parti kapatmaları zorlaştırıldı. ‘Türkçe dışındaki diğer dillerde televizyon yayını ve kurslar açma’ bir çok koşul ve sınırlamaya bağlı olarak serbest kılındı. Ne var ki yapılan bu düzenlemeler hem Kürt sorununun çözümü hem de Türkiye’nin köklü demokratikleşme talepleri bakımından oldukça geri ve yetersiz adımlardır. Her şeyden önce askeri rejim döneminde yapılan 1982 Anayasası yerinde duruyor. İnsan hakları ihlalleri alanındaki tablo ise Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Merkezi ve şubeleri ile Mazlum Der’in yayınladıkları yıllık raporlarda açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu kurumların yayınladıkları 2003 yılı yıllık raporlara göre; bu dönemde de işkence ve kötü muamele vakaları devam etmekte, yargısız infaz ve faili meçhul saldırılar sonucu insanlar yaşamlarını yitirmekte, düşünce ve eylemlerinden dolayı devlet memurları hakkında soruşturmalar açılmaktadır. Ayrıca bu raporlarda; ‘resmi görüşe uymayan düşünceler dile getirdikleri için siyasi partiler, hükümet dışı kuruluşlar, gazeteciler, yazarlar ve sanatçılar üzerindeki baskıların sürdüğü’ saptanmıştır. HAK-PAR ve yöneticileri başta olmak üzere, Kürt sorununun çözümünden söz eden partiler ve yöneticileri çeşitli davalarla karşı karşıya kalmışlardır. Sadece Partimizin karşı karşıya bulunduğu antidemokratik uygulamalar bile Türkiye’de hak ve özgürlük sınırlamaları bakımından oldukça öğreticidir. HAK-PAR hakkında, Mart 2002 yılında, yani daha kuruluşunun ilk ayında, Anayasa Mahkemesi’nde kapatılma gerekçesiyle dava açıldı. Açılan dava sonuçlanmadan bekletilmektedir. Keza, 04.01.2004 tarihinde Ankara’da yaptığı 1. Olağan Genel Kurulu’nda Kürtçe konuşulduğu ve Kongre davetiyeleri Kürtçe-Türkçe basıldığı için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca soruşturma açılmış ve bu işlem devam etmektedir. Yine başta Genel Başkan Abdulmelik Fırat olmak üzere parti yöneticileri hakkında Türkiye’nin sorunlarına ve çözüm yollarına ilişkin görüşlerini açıkladıkları veya toplantılarda Kürtçe konuştukları gerekçesiyle çeşitli davalar açılmıştır. Bunlardan bir kısmı sonuçlanmış bir kısmı da devam etmektedir. Sadece bunlar değil; Köy Koruculuğu Sistemi hala varlığını sürdürmekte. Siyasal Partilerin Türkçe dışındaki dillerin kullanımını yasaklayan Siyasal Partiler Yasası’nın 82. maddesi ciddi bir sorun durumunda. Kaldırılan TMY’nin 8. Maddesi yerine kullanılan TCK’nun 312. Maddesi düşünce ve ifade özgürlüğü önünde ciddi bir engel oluşturuyor. TCK’nun 159. Maddesi eleştiri ve ifade özgürlüğünü büyük ölçüde kısıtlıyor. Kürtçe radyo-TV yayını ile Kürtçe kurs alanında yapılan düzenlemeler ise Kürtlerin bu alandaki taleplerini karşılamak yerine Kürt toplumu ile alay edici niteliktedir. ‘Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde yayın yapılması’ mevzuatta kabul edildiği halde, yönetmelik ile bu ‘hak’ günlük ve haftalık belirli saatler ile sınırlandırılmıştır. Bu çerçevede 09.06.2004 tarihinden itibaren, TRT radyoda ve TRT 3 TV kanalında haftada 35 dakika olmak üzere yayın yapılmaya başlandı. Ne var ki bu adım Kürtçe yayın hakkını kullandırmaktan uzaktır. Eğitim konusunda ise mevzuatta ‘Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçeler’in öğretilmesi için özel kursların açılmasına izin veren değişiklik yapıldı. Ancak devlet eliyle herhangi bir kurs açılmadığı gibi anadilde eğitim hakkına ilişkin hiçbir adım atılmamıştır. Partimize göre, Kürtçe Türkçe’nin yanısıra, Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde hem kamusal/devlet işleri alanında resmi yazışma dili ve hem de eğitim ve öğretim kurumlarında eğitim dili olarak kullanılabilmelidir. Türkiye’de 20 milyondan fazla bir varlık oluşturan Kürtlerin kullandığı dilin, tüm eğitim kurumları düzeylerinde -ilk, orta ve yüksek eğitim kurumlarında-, eğitim dili haline gelmesi Kopenhag Siyasi Kriterleri’nden öteye, bir vatandaşlık hakkıdır. Keza radyo ve TV’de Kürtçe yayın alanında bütün sınırlamalar kaldırılmalı, TRT’nin bir kanalı Kürtçe yayın için tahsis edilmelidir.Evrensel Normlar Kürt Sorununun Çözümünde Yol Gösterici OlmalıdırGörüldüğü gibi,Türkiye’de AB üyelik sürecinde yapılan belirli düzenlemelere rağmen Kürt sorununda hala köklü ve samimi bir politika geliştirilmiş değil. Zira hala Kürt halkının varlığı resmen tanınmadığı gibi, Kürtçe yayın ve eğitim alanında da tatmin edici adımlar atılmamıştır. Oysa Kürtler, diğer bütün dünya halkları gibi, kendi kendini yönetmek dahil bütün ulusal demokratik haklarını kullanmaktan yanadır. Elbete bunu Türkiye’nin mevcut sınırlarına dokunmadan istemektedir. Türkiye gibi, ulusal-etnik sorunları olup bu sorunlarını barışçı ve siyasal yollarla çözmüş dünyada bir çok ülke var. AB üyesi olan İspanya, Belçika, Almanya ve İngiltere gibileri, bu tür ulusal-etnik sorunlarını barışçıl bir biçimde çözüme kavuşturmuş başlıca ülkelerdir. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün Kıbrıs için hazırladığı çözüm planı Türkiye’nin yararlanabileceği diğer bir çözüm modelidir. Öte yandan; hem AB’yi hem de Türkiye’yi bağlayan ve uluslararası birincil hukuk belgeleri niteliğinde olan uluslararası antlaşma ve kararlar da Kürtlerin bu yöndeki insani taleplerini meşru gören bir anlayışa sahiptir. – Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yayımlanan Wilson Prensipleri’ne göre “zayıf yada güçlü olsun, bütün halkların ve milliyetlerin birbiriyle eşit, özgürlük ve güvenlik içinde yaşama hakkı, bir adalet prensibi” olarak kabul edilmiştir. – 1920 de imzalanan Sevr Barış Antlaşması’nda da taraflar Bağımsız Kürt Devletini tanıyacaklarını deklere etmişlerdir – Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından 1966 da kabul edilen Kişi Hak ve Özgürlükleri ile ilgili Konvansiyon’da ‘Bütün halklar self determinasyon hakkına sahiptir’ ilkesi yer alıyor. -BM Genel Kurulu 14 Aralık 1960 tarihli ve 1514 sayılı ‘Sömürge Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Tanıma Bildirgesi’ resmi kararına göre, “Bütün halklar Self Determinasyon hakkına sahiptir. Bu hakkın tabii bir sonucu olarak politik statülerini tayin eder, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe takip ederler”. -1950 Sömürgeler Deklarasyonu’nda da Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı kabul edilmiştir. -1970’te BM Genel Kurulu’nda kabul edilen Kardeşlik Bağları Deklarasyonu’nda da Halkların Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı kabul edilmiştir.Kürt Sorununun Çözümü ve AB Standartlarında Bir Demokrasi İçin;Türkiye, ülkedeki çok etnisiteli yapısına uygun olarak çoğulcu ve katılımcı bir biçimde yeniden yapılanmak zorundadır. Hem demokrasi hem de Kürt sorununun çözümü için merkezi, tekçi, hantal siyasal yapı terk edilmeli. Avrupa Birliği normlarının gerektirdiği ademi merkeziyetçi, federal bir sistem kurulmalıdır. Böyle bir sistem, Kürtlere, başta siyasal yaşam olmak üzere hayatın bütün alanlarına eşit koşullarda katılım için olanaklar sunmalıdır. Türkiye, bu konuya ilişkin dünyadaki çözüm modellerinden birini ya da birkaçını sentezleyerek kendi koşullarına uygulayabilir. Bütün bunlar için atılacak belli başlı somut adımlar şöyle sıralanabilir: – Bir deli gömleği gibi toplumun üzerine zorla giydirilen 12 Eylül Anayasası yerine Kürt k
imliğini tanıyan, Kürt halkının varlığını ve haklarını güvence altına alan yeni, demokratik, çoğulcu ve evrensel hukuka uygun bir anayasa yapılmalıdır. -Örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm yasaklar kaldırılmalıdır. Şiddet içermeyen her tür düşünce, örgütlenme özgürlüğü çerçevesinde yasal güvenceye bağlanmalıdır. Bu anlamda, Kürt partilerinin yasal çalışma yapmasına olanak sağlanmalıdır. – Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde -temel eğitimden üniversiteye kadar- eğitim dili Kürtçe olmalı, diğer bölgelerde de Kürtçe seçmeli ders olarak okutulmalı. -Kürtçe radyo ve televizyon yayını için bütün sınırlandırmalar kaldırılmalı, TRT’nin bir kanalında tam gün sadece Kürtçe yayın yapılmalıdır. – Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde, kamusal alanda Türkçe’nin yanı sıra Kürtçe de kullanılabilmelidir. – Kürt dilini, tarihini, kültürünü araştıran devlet destekli kurum ve enstitüler oluşturulmalı. -Yerleşim yerlerinin, coğrafik alanların (dağ, nehir, ova, göl gibi yerlerin) Kürtçe isimleri iade edilmeli. – Kürt ailelerinin çocuklarına Kürtçe isim vermeleri önündeki uygulamadan kaynaklı idari engellemeler kaldırılmalıdır. – Kürt kimlikli ve Kürtçe isimli siyasi parti, dernek, vakıf, sendika, kulüp, meslek odası gibi kuruluşların kurulması serbest kılınmalı, faaliyetlerinde Kürtçe dilini kullanmalarının önündeki hukuki ve fiili engeller kaldırılmalıdır. – Kürt nüfusunun yoğun olduğu bölgeleri kapsayan bir Yerel Parlamento kurulmalı; eğitim, sağlık, asayiş ve diğer genel idari hizmetler bu parlamentoya bırakılmalıdır. Yerel yönetimler demokratikleştirilip güçlendirilmelidir. – Toplumda yaratılan kırgınlıkların aşılması, barış ortamının sağlanması için siyasi tutuklu ve hükümlüler için genel bir af çıkarılmalıdır. – Köy Koruculuğu Sistemi ve Özel Tim birimleri lağvedilmelidir. – Köylerinden zorla göç ettirilenlerin geri dönüşü için gerekli her türlü koşul ve olanaklar sağlanmalıdır. – Geçmişte işlenen siyasi cinayetlerin failleri ortaya çıkarılıp cezalandırılmalı. – Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki ekonomik ve sosyal geri kalmışlığa derhal müdahale edilmeli, bölgenin refah düzeyi yükseltilmeli, işsizlik ve yoksulluğa karşı özel projeler uygulanmalıdır. – Başta Siyasi Partiler Kanunu olmak üzere Seçim Kanunu, Toplantı Gösteri ve Yürüyüş Kanunu, Ceza Kanunu, TMY gibi antidemokratik tüm kanunlar AB standartlarına ve müktesebatına uygun yeniden düzenlenmelidir. – İnanç özgürlüğünü ve evrensel laikliği zedeleyen yasalara ve uygulamalara son verilmelidir. Bu anlayışın ürünü olan Diyanet İşleri Başkanlığı yerine, bu tür hizmetlerin yürütülmesi özgür bir ortamda inanç sahiplerine bırakılmalıdır. Partimiz Kürt sorununun çözüm sürecinin bütün aşamalarında kendi sorumluluklarını yerine getirmeye, kendisinden beklenen her katkıyı sunmaya hazırdır Partimiz, Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri’nin gereğini tam olarak yerine getirdiği, bu kapsamda Kürt sorununun çözümü için ciddi adımlar attığı zaman, Türkiye ile adaylık müzakerelerinin başlatılmasından yanadır. Bu çerçevede başta Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, Hükümete ve parlamentoda gurubu bulunan siyasi partilere, yukarıda maddeler halinde önerdiğimiz adımların atılması için gerekli yasal değişikliklerin yapılması çağrısında bulunuyoruz. Yapılacak bu değişiklikler bizler; Türkler, Kürtler ve Türkiye’de yaşayan herkes için gereklidir.HAK-PAR 26-27 Haziran 2004*Bu rapor Diyarbakır’dan Brüksel’e kadar gerçekleştirilen yürüyüş sonunda Avrupa Birliği yetkililerine elden verildi. |