Kemal Burkay
2009 Yılı başlarında Cumhurbaşkanı Gül’ün ve Erdoğan başkanlığındaki AK Parti hükümetinin girişimiyle başlatılan “çözüm ve barış” girişimi nedeniyle iki yazı kaleme almıştım. Bunlardan biri “Barış ve Çözüm Ortamı Var mı?” başlıklı idi; diğeri ise “Kelepir Fiyatına Çözüm” başlığını taşıyordu. Şimdi, 6 yıl sonra söz konusu sürecin tümden rafa kaldırılmasının ve çatışmaların Kürt kentlerine yayılmasının ardından bu iki yazıyı yeniden yayınlamayı uygun buldum.
Aralık 2015
29 Mart yerel seçimleriyle birlikte Türkiye basınında Kürt sorununun çözümüne ilişkin iyimser bir hava esmeye başladı. Bazı yorumcular DTP’nin aldığı oyların ve kazandığı belediye başkanlıklarının artmış olmasını olumlu bir gelişme saydılar. Böylece DTP’nin Kürtleri temsil edebileceğini söylediler. Ardından Hasan Cemal’in Kandil’e gidip Murat Karayılan’la yaptığı söyleşi, bu konudaki umutları daha da canlandırdı. Karayılan’ın çözüme ilişkin olarak olumlu mesajlar verdiği dile getirildi. Bu arada Cumhurbaşkanı Gül’ün Kürt sorununa ilişkin olarak “iyi şeyler olacak” demesi ve bu konuda devletin çeşitli kurumları (hükümet, askeriye, istihbarat) arasında bir uyumdan söz etmesi umutları arttırdı.
Buna bakarak, medyadaki birçok demokrat yorumcu sorunun çözümü ve savaşın son bulması konusunda umuda kapılıyor ve “bu fırsat da kaçmamalı,” diyorlar.
Ne var ki aynı günlerde olumsuz gelişmeler de buna paralel olarak devreye girdi. Lice kırsalında bir zırhlı arabanın altında patlayan mayın 9 askerin ölümüne yol açtı ve bu güçlü patlayıcıyı PKK’nın döşediği söylendi. Aynı gün Hakkari yöresinde bir karakola açılan taciz ateşi sonucu bir asker öldü. Tabi bu da hemen PKK’ya mal edildi.
Acaba patlayıcıyı döşeyen ve patlatan, taciz ateşini açan, Karayılan’ın “kontrolümüzün dışında, yerel unsurlarca yapıldı” diyerek, sahip çıkmasına rağmen, gerçekten PKK mı idi? Çünkü daha önce de barış ve yumuşama yönünde bir havanın oluştuğu her dönemde, bu türden sabote edici eylemler hemen kendini gösterdi ve bunların çoğunun savaşın sona ermesini istemeyen, terörü sömüren derin devlet kaynaklı olduğu ortaya çıktı.
Üstelik bu kez zırhlı arabada ölen askerlerin çoğu da Kars, Maraş, Antep gibi Kürt illerindendi. Batıdan olanların da Kürt asıllı olmaları şaşırtıcı olmaz… Özellikle son yıllarda cepheye sürülenler, karakol baskınlarında, mayın patlamaları, ya da taciz ateşi sonucu ölenler çoğunlukla Kürtler… Kürt asıllı askerler seçilip gönderiliyor, yani bir bakıma bile bile kurban ediliyor, böylece bir taşla iki kuş vuruluyor. Eğer bu kez de PKK terörünün devam etmekte olduğunu kanıtlamak, söz konusu barış ortamını sabote etmek için bu askerleri bir zırhlı arabaya doldurup, mayınlı noktadan geçirip, kendi döşedikleri ve patlattıkları mayın sonucu öldürdülerse hiç şaşmam.
Bu olayın ardından Mardin’deki iç ve dış kamuoyunu şoke eden katliamın gelmesi de oldukça ilginç. Kert köyündeki acımasız kıyım, akraba olan korucular arasında gerçekleşmiş olsa da birçok yönden bir JİTEM eylemini andırıyor. Katliamın, öteki tarafın erkekleri karakoldaki toplantıya çağrılmışken yapılması, namaz sırasında gerçekleşmesi, Katillerin maske takmaları, çocuk kadın demeden herkesi öldürmeleri, susma hakkını kullanmaları…
Olayın hemen ardından İçişleri Bakanı, bu eylemde kullanılan silahların devlet malı olduğunu söyledi. Ama ardından, jandarmaca yapılan incelemede, silahların koruculara verilmiş resmi devlet silahı olmayıp kayıt dışı oldukları ileri sürüldü, üstelik yine Barzani’ye, yani Güney Kürdistan yönetimine mal edilmek istendi… Bu saptırma bile derin devletin işin içinde olduğu kuşkusunu güçlendiriyor. Eğer JİTEM’ciler korucuların bir kısmına destek ve koruma sözü verip eylemi de PKK’ya yıkmak üzere onları buna kışkırttılarsa (ki bu büyük ihtimal), onlara kayıt dışı silahları da kolayca temin edebilirler…
Olaylar burada durmuş değil elbet. Dersim’de ve Şırnak yöresinde operasyonlar sürüyor. Eğer “taciz ateşi sonucu” bir asker öldüyse, dağ taş bombalanıp “7 terörist” de “ölü ele geçiriliyor…” Her zamanki gibi operasyonlar tam bir güç gösterisine dönüştürülüp “Şehidimizin kanı yerde kalmadı!” gibisinden öç alma duyguları ve kan tutkusu yüceltiliyor.
Kısacası, PKK’nın ne yaptığını, niçin yaptığını anlamak belki mümkün değil; ama ordunun ne yaptığı oldukça açık: o hiç de yumuşama ortamına katkı yapmak, ona uygun davranmak niyetinde değil. Tam tersine ortamı germek, barış ve yumuşama umutlarını boşa çıkartmak için elinden geleni yapıyor.
Ordu’nun yıllardır Kürt sorununa ilişkin tutumu, diğer bir deyişle “politikası” böyle. O, bu “düşük yoğunluklu çatışma”yı hep istedi. Generaller bunu çıkarlarına uygun buldular. Bunun son yıllarda değiştiğinden söz edilebilir mi?
Hem, acaba değişmesi için ne sebep var? Ordu artık militarist amaç ve alışkanlıklarından vaz mı geçti, yoksa onu buna mecbur eden nedenler mi var?.. Varsa bunlar ne?
Her ne kadar bazı yorumcular, değişen iç, özellikle de dış dengelerden söz ederek artık barış için ortamın daha uygun olduğunu söylüyorlarsa da, ben ordu açısından durumun pek de değiştiği kanısında değilim. En azından ordu imtiyazlarını yitirmemek ve değişimi engellemek için çabalarını sürdürecektir.
Ordunun tutumu böyle de hükümetinki çok mu değişik? Bu konuda da iyimser olmak için bence fazla neden yok. Cumhurbaşkanı Gül’ün bazı olumlu açıklamalarına karşılık Başbakan Erdoğan’ın tutumu ortada. Parlamentodaki DTP temsilcileriyle bugüne kadar görüşmeye bile yanaşmadı, böyle bir jesti bile esirgedi. Ya son dönemde DTP’ye yönelik yoğun tutuklamalar?.. Bu iş hükümete rağmen mi olup bitmekte?..
Gözaltına alınıp tutuklanan kişilerin PKK’lı oldukları söyleniyor. Öyle olup olmadıkları bir yana, öyle bile olsa, DTP ile PKK’nın ilişkileri, “aynı tabanı bölüşmeleri” vs. öteden beri malum. Yani bu ilişkiler bir sır değil. Öyle olunca da, tam da barış ve diyalog için olumlu bir havanın estiği böylesi bir ortamda söz konusu operasyonlar çok mu gerekliydi? PKK’nın silahsızlandırılması da dahil, sorun çözülecekse yöntemi bu mu?..
Ya DTP’li parlamenterlerin dokunulmazlığını hiçe sayıp onları savcılığa çağırma, gözaltına almakla tehdit?.. Parlamento başkanı buna yeşil ışık yakarken, muhalefet denen şoven tayfası bir yana, AKP grubunun bile sessiz kalması?..
Bütün bunlar olurken, barışçı bir çözüm için ortamın uygun olduğu sonucuna nasıl varabiliriz?.
Ben elbet, Hasan Cemal’inkiler dahil, basında bu türden çabalar ve çağrılar yapılmasını olumlu ve gerekli buluyorum. Her şeye rağmen barış ve çözüm yönünde her söz, her çaba yararlıdır. Ne var ki hem hükümet bu doğrultuda ciddi ve cesur bir plandan, siyasi iradeden yoksun görünüyor, hem de ordu ve statükocu öteki güçler, bu kez de esen olumlu havayı dağıtmak için ellerinden geleni yapacaklardır. Diğer bir deyişle, “iyi şeylerin olması” için devlet kurumları arasında bir uyum hiç de ortada görünmüyor.
Öte yandan, basında sözü edilen çözüm neyin nesi? Karayılan neler söyledi? Apo daha önce neler söylemişti? Yani PKK ve biri iki etmeden onu izleyen DTP neler istemekte? Buna karşılık Türk tarafı, en ılımlı, “çözüme en yatkın” kesimleriyle bile, Kürt sorununun çözümü ve barış derken bundan ne anlıyor? Bu da ayrı bir yazının konusu ve son gelişmelerin ışığında önümüzdeki sayıda ele alacağım.
18 Mayıs 2009