Ortadoğu Manzarası ve Türkiye
Kemal Burkay
1. Bölüm
Konuşmaktan da yazmaktan da yorulduğumuz zamanlar oluyor. Söylenmeyen, yazılmayan şey kaldı mı diye soruyoruz kendimize. Aynı şeyleri tekrar tekrar yazmaksa bazen abesle iştigal gibi geliyor bize.
Evet, insanlığın kültür ve siyaset tarihine, hatta bizzat şu yakın dönem tarihimize bakarsak gerçekten de söylenmeyen şey yok gibi… Buna rağmen konuşup yazmayı sürdürüyoruz ve bunu yapmaktan başka çaremiz yok.
Çünkü insanların büyükçe bir bölümünün söylenip yazılanlardan haberi yok; onlara doğru ve gerçek bildiğimiz şeyi tekrar tekrar anlatmak gerekiyor. Hepsi değilse de bir bölümü belki okuyacak ve dinleyecekler. Bir bölümü, özellikle de önyargılı olanlar ise dinleyip okuduklarını anlama şansına sahip olmayacaklar; onlara ne söyleseniz boş. Böyleleri belki yıllar geçip de kafalarını taşa çarptıkları zaman içine düştükleri hayal dünyasından ayılacak, yanlışı fark edecekler.
Bazılarının yanlışı fark etmeleri için 20-30 yıla ihtiyaçları vardır, bazılarına ise bir ömür bile yetmez.
Yanlışını gördüğü zaman itiraf edeni ise bu dünyada Diyojen’in lambasıyla arasanız zor bulursunuz…
Her neyse…
Şiddetin, iç savaşların toplumu sardığı kaos dönemlerinde insanların kafaları daha da karışır, saflar keskinleşir, kinler öfkeler bilenir, sağduyu telkin eden sözler önyargı duvarlarını aşamaz.
Böyle dönemlerde kavganın tarafı olan kişiler ve gruplar bir kaplumbağa gibi kabuklarına çekilir, bir kirpi gibi dikenlerini gösterirler. Diyalog, birbirini anlama çabası, uzlaşma ortamı kaybolur; bir kör dövüşü manzarası dörtbir yanı sarar.
Uzun zamandır ki -Türkiye ve Kürdistan da içinde- Ortadoğu’nun manzarası budur.
Bir tüm olarak dünyanın ya da insanlığın manzarası farklı mı diyeceksiniz? Eğer aklı başında birileri dünyaya dışarıdan bakabilselerdi gördükleri manzara için aynı şeyi düşünür, belki de “bu insanlar çıldırmış” derlerdi.
Son yıllarda dünyamızın en çok kaynayan yeri Ortadoğu, ama bu kaynamanın tek ya da baş sorumlusu Ortadoğu değil.
Çeşitli yazılarımda yazdım: Uzak sömürgeci geçmişi bir yana bırakalım, bugün Ortadoğu’da yaşananlar bakımından son 50-60 yıl içinde dış dünyadan Ortadoğu’ya uzanan ellerin rolü oldukça büyüktür.
Sovyetler Birliği’ne ve bir bütün olarak sosyalist sisteme karşı “Yeşil Kuşak Politikası” izleyen ABD, dini değer yargılarını sosyalizme karşı bir panzehir olarak gördü ve İslam dünyasındaki radikal eğilimleri örgütledi, besledi, tutucu değer yargılarını kışkırttı.
Son yirmi yıldır hem bölge hem dünya için ciddi bir tehlikeye dönüşen radikal İslamcı örgütler, El Kaide ve onun türevleri; El Nusra, IŞİD, Boko Haram ve ötekiler, bu politikanın ürünüdür. Sovyetler çöktü, ama bu örgütler bizzat kendi efendileri için ciddi bir baş ağrısına dönüştüler. Ve şimdi kahraman Amerikamız onlarla, kendi marifetinin ürünü olan bu belalarla savaşıyor…
Bugün bölgenin yaşadığı sorunların başta gelen sorumlusu olsa da, tek sorumlu ABD ve öteki sömürgeci-emperyalist güçler değil. Bölgenin kendi aktörlerinin bugün yaşanan kaostaki paylarını da görmezden gelmemeli. Bunlar en başta, 20. Yüzyıl başlarında Osmanlı tümden çöküp dağılırken bölgede ortaya çıkan çok sayıdaki krallıklar, emirlikler, diktatörlüklerdir.
Söz konusu monarşik yönetimler bir süre emperyalizmin yedeğinde, özgürlük ve demokrasi tanımayan bu toplumları yönettiler. Zamanla bazıları devrildi ve sözde cumhuriyetler kuruldu. Bu cumhuriyetlerin bazıları, örneğin Irak ve Suriye’deki Baas rejimleri, Mısır’da Nasır, Libya’da kaddafi yönetimi, kendilerini sosyalist diye niteleseler bile, gerçekte sosyalizmle bir ilişkisi olmayan tipik Arap milliyetçisi, şoven rejimlerdi. Afganistan’da krallık yıkılınca yerini alan Sovyet yanlısı rejim de farklı olmadı. İran’da şahlığın yerini ortaçağ türü bir Mollalar rejimi aldı ve gelen gideni aratır oldu. Irkçı-milliyetçi bir diktatörlük olarak doğan Türkiye’deki rejim, zamanla sözde çok partili sisteme geçse bile, toplum bir türlü çağdaş demokrasi ve özgürlüklerle tanışmadı; sisteme ayar veren askeri darbeler birbirini izledi ve bugünlere geldik. Şu anda ise durumun ne olduğu ortada.
Bu ülkelerdeki gerek krallık ve şeyhlik tipinden Ortaçağ türü rejimlerin, gerek sosyalizm suyuna batırılmış Baas ve benzeri askeri diktatörlüklerin hiç biri, ülkelerinde çağdaş insan hakları ve demokrasi yönünde gerekli reformları yapmaya yanaşmadılar. Halk muhalefeti ise çoğu zaman İran ve Afganistan’da olduğu gibi İslamcı, dinci kanallarda kendine yer buldu, etnik ve mezhepçi renklere büründü. Son olarak Mısır, Suriye ve Libya’da yaşananlar bunun yeni örnekleri. Değer yargıları ve öngördükleri yaşama tarzı ile İslam Ortaçağına özenen bu muhalefetin topluma daha iyi bir gelecek sunması olanaksızdır. Yarattığı sonuçlar, görüleceği gibi söz konusu ülkeleri tam bir kaosa, şiddet sarmalına sokmakta, toptan bir çöküşe yol açmaktadır.
Ortadoğu bu durumdan nasıl, ne zaman çıkacak, kestirmesi zor. Ne yazık ki bu durum birkaç kuşağın başını yiyecek görünüyor.
Daha yakına gelelim ve Türkiye’ye bir göz atalım.
Sorunlarını barışçı ve demokratik yol ve yöntemlerle çözmeyi başaramayan, gerekli ve zorunlu reformları yapamayan Türkiye’de de uzun zamandır önemli kutuplaşmalar, yarılmalar yaşıyor. Ülke son 70 yılda sağ-sol, laik-dinci, Kürt-Türk, Alevi-Sünni çekişme ve çatışmalarına sahne oldu. Sağ-sol çatışması dünya sosyalist sisteminin yaşadığı büyük çöküntünün ardından eski ateşini yitirmiş olsa da ötekiler bugün de sürmekte ve taraflar bir diyalog, uzlaşma, sorun çözme zemininden uzak, kendi mevzilerine çekilmiş ve birbirine diş bilemekte.
Toplumu her alanda tek renge boyamaya kalkışan Laik Kemalist rejim uzun zaman hem sola ve emekçi hareketine, hem İslami harekete, hem Kürtlere ve Alevilere hak ve özgürlük tanımadı. Zora düştüğünde ya da muhalefetin yükseldiği her dönemde tezgâhladığı darbelerle onları ezdi. Tüm yaşananlardan sonra bugün de Kemalist kesimin bu siyaset ve toplum anlayışı değişmiş değil.
İslamcılar tüm baskılara rağmen, çok partili sistemde adım adım güçlenmeyi, yollarını açmayı ve en sonunda iktidar olmayı başardılar. Kemalist kesimin son darbe girişimleri AK Parti’nin yükselişini önleyemedi. Ama onlarla İslamcı kesim arasındaki amansız çekişme bugün de sürmekte. AK Parti devlet kurumlarını tümüyle denetime alıp kendi İslamcı toplum ve yönetim anlayışını her alanda egemen kılmaya çalışırken Kemalist kesim AK Parti’yi şu veya bu şekilde düşürüp sistemi kendi anlayışı doğrultusunda restore etmeyi umuyor ve bu yöndeki çabalarını sürdürüyor.
Kürtlerin hak ve özgürlük mücadeleleri, 1960’lı, 70’li yıllarda canlanıp barışçı bir doğrultu izler ve yıldan yıla kitleselleşip güçlenirken, sistem baskı ve şiddet yöntemleriyle, askeri darbelerle bunu kesintiye uğrattı, engelledi, türlü provokasyon ve tuzaklarla ve PKK eliyle şiddete yöneltti. Böylece süreç içinde barışçı yöntemler izleyen ilerici, çağdaş Kürt yurtsever örgütleri güç kaybederken silahlı mücadeleyi başlıca yöntem seçen ve 1984 yılında gerilla savaşı başlatan PKK güçlendi ve Kitleleri çevresinde topladı.
Ne var ki PKK’nin başından itibaren izlediği politikalar, ilişkide olduğu, kendisine destek ve yön veren odaklara bağlı olarak çok zikzaklı oldu. Bunlar kamuoyunca biliniyor, ben de çok söyleyip yazdım. Türk devleti ve ötekiler PKK’nin ortaya çıkıp güçlenmesinde önemli bir rol oynadılar; ama bununla Kürt sorunu çözülmedi, aksine yıllar içinde daha da ağırlaştı karmaşık hele geldi.
1984’ten bu yana yaşanan çatışma ortamı ister istemez, her iki halkın saflarında kini, öfkeyi, diğer tarafa karşı güvensizliği ve önyargıları güçlendirdi. Bu süreçte Türk toplumunda Kürt karşıtı duygu ve düşünceler zaman zaman zirve yaparken, Kürt kesiminde de Türk tarafına karşı benzer duygular ve önyargıları güçlendi.
Yıllar yılı resmi söylemde Kürt halkının varlığını inkar etmiş olan Türk yönetimi sonunda Kürtlerin varlığını kabul etme noktasına gelse ve bir bölümüyle bu sorunun salt baskıyla, askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini dile getirse de, çözüm diye yaptıkları şeyler bazı palyatif tedbirlerden ileri gitmedi. Türk devleti sorunu çözmeye elverir köklü reformlara girişmeyi hiç düşünmedi. Devlet politikasında Kürtleri oyalama, aza razı etme, tuzaklar, oyunlar sürüp geldi. Bu nedenle “Kürt açılımı” ya da “Çözüm ve Barış” süreci denen son girişimler de bir sonuç vermedi, göstermelik kaldı.
Tüm bu oyun ve tuzaklar sonucu Kürt hareketi ciddi bir çarpılma yaşadı. PKK Kürt halkının tüm temel taleplerini terk edip tümüyle devletin istediği çizgiye gelirken, öte yandan Kürt toplumu üstündeki güç tekelini terk etmek istemedi, bu nedenle elindeki silahı bırakmaya yanaşmadı. Bu durum, zaman zaman Ergenekon’un ve Suriye, İran gibi dış etkenlerin de işin içini germesiyle yeni sıcak çatışma dönemlerine yol açtı.
Tüm bu gelişmeler PKK dışındaki Kürt çevrelerinde de ciddi bir güvensizliğe yol açtı. “Türklerle birlikte yaşanmaz”, “Türklerden demokrat olmaz” tarzındaki görüşler, bu türden önyargılar yaygınlaştı.
Türkiye’de Kürt olsun Türk olsun, Alevilerin uzak geçmişten kalma travmaları vardır. Kerbela olayı, Yavuz Selim’in yaptıkları, Koçgiri ve Dersim olayları bugün bile hafızalarda canlıdır. 1960’lı, 70’li yıllarda Maraş, Malatya, Çorum’da ve Alevilerle Sünnilerin kitlesel biçimde yan yana yaşadıkları diğer illerde yaşananlar ise tazedir. Bu durum Alevi kesiminde Sünnilere karşı derin bir güvensizliğe yol açmıştır. Öyle ki Aleviler bu güvensizlikle, kendisini Laik diye sunan ve Sünni İslami akımla da zaman zaman çekişen Kemalizmi kendilerine daha yakın görmüş, onun kanatları altına sığınmıştır. Kemalist rejimin eseri olan Koçgiri ve Dersim kırımlarına ve tek parti döneminde Alevilerin yok sayılmasına, ağır baskı altında olmalarına rağmen…
Bu anlayışla Aleviler, AK Partiyi de hep kuşkuyla karşıladılar ve ona karşı Kemalistlerle birlikte saf tuttular. AK parti ise, bu güvensizliği gidermek için göstermelik Alevi çalıştayları filan düzenlese de gerçekte fazla bir şey yapmadı. Hatta zorunlu din dersi uygulamasına son vermek, cem evlerinin statüsünü tanımak gibi basit adımları bile atmaktan kaçındı. Onlara camiyi gösterdi ve zaman zaman itici, ötekileştirici bir dil kullandı. Öyle olunca Alevi sorunu da, Kürt sorunu gibi bugün de gündemde ve gerginlik, sürtüşme, hatta çatışma yaratan alanlardan biri.
Sol hareket 12 Eylül döneminde gördüğü ağır baskılar, özellikle de sosyalist sistemin çöküşünün ardından uğradığı büyük moral bozukluğu nedeniyle ufalmış, aşırı derecede bölünmüş ve ne yapacağına bilemez durumda. Bir bölümü sözde laik geçinen Kemalist kesimin ardına takılmış, “ulusalcılık” yapıyor, bir bölümü ise “Kürt Siyasi Hareketi” diye adlandırdığı PKK’nin kuyruğuna takılmış, sözde devrimcilik yapıyor… Türkiye solu iç ve dış politikasını otomatiğe bağlamış; iç politikayı anti AKP, dış politikayı ise anti Amerikan bir rotada yürütüyor…
Tüm bu çözülmeyen sorunlar, bunların yarattığı toplumsal kutuplaşmalar, yarılmalar, artı-eksi elektrik yüklü tel uçları gibi zaman zaman çatışma kıvılcımlarına yol açıyor. Bu sorunlar ayrıca toplumun enerjisini, olanaklarını gelişme ve ilerleme yönünde değil, olumsuz bir yönde harcamasına, tüketmesine yol açarak önemli ekonomik ve başka türden sosyal sorunlara da yol açıyor.
Türkiye bu durumu nasıl aşacak, sorunlarını nasıl çözecek? Bunu yapamazsa nelerle yüz yüze gelebilir?
Buna da yazımın 2. Bölümünde değineceğim.