GÜNCEL

Demokratik Anayasa İçin Öneriler

Toplumsal bir ihtiyaç olarak yeni anayasa

Yeni anayasa yapımı Türkiye’ye bir çağ atlama fırsatı sunmaktadır. İçerde ve dışarıda olup biten her şey Türkiye’nin bu çağ atlayışını kolaylaştırır niteliktedir. Çünkü dünya büyük bir değişim içinde. İnsanlık, eksiksiz bir demokrasi yönünde hızla ilerliyor. Tekçi siyasal sistemler; özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, eşitlikçi ve farklılıkların barış içinde bir arada yaşadığı yaşam modelleriyle yer değiştiriyor. Toplumlar arası ilişkiler ulus devlet sınırlarını aşarak, dünyamız küresel bir köye dönüşüyor. İnsan temel hak ve özgürlükleri, azınlık haklarına saygı, halkların hakları uluslar arası tartışılmaz normlara dönüşüyor. Geçen yüzyıl, insanlığın demokrasi, özgürlük ve adalet yolunda büyük bedeller pahasına kaydettiği parlak kazanımlar ve bu kazanımların uluslar arası toplum tarafından kayıt altına alınarak evrensel norm payesine ulaştırıldığı bir yüz yıl oldu. Kaynağını insan onuru, özgürlükçü ve çoğulcu ileri bir demokrasi idealinden alan toplumsal gelişme trendinin, içinde bulunduğumuz yüzyılı da baştanbaşa biçimlendireceğine kuşku yoktur.

 

Öte yandan, insanlığın demokrasi, özgürlük ve toplumsal adalet yolunda edindiği engin tecrübe, dünyamızda kalıcı bir barışın inşası için güçlü bir zemin oluşturmaktadır. Söz konusu güçlü zemin ve elverişli uluslar arası iklim, aynı zamanda Türkiye’nin çağ atlaması, özel olarak da yeni bir anayasa yapmak için büyük bir fırsat oluşturmaktadır.

 

Benzer ve köklü bir değişim isteği de Türkiye toplumunun içinde yükseliyor. Yüz yıla yakın bir süredir baskı altında tutulan toplum kesimleri, dipçikle susturulan, inkar edilip yok sayılan etnik ve dini farklılıklar, düne kadar horlanıp aşağılanan gruplar, işkence ve baskıyla sindirilmeye çalışılan muhalifler giderek daha çok seslerini yükselterek kendi kaderlerinin şekillenmesinde daha aktif bir rol üstleniyorlar. Gelinen aşamada devleti oluşturan bütün temel kurum ve kodların kutsiyeti tartışılmakta, dokunulmaz ve tartışılmaz tabular yoğun bir eleştiriye tabi tutulmaktadır. Bütün bu toplumsal şikâyetlerin, farklı eleştiriler ve haksızlıklara karşı yükselen tepkilerin buluştuğu ortak noktada yeni bir anayasa talebi ortaya çıkmaktadır. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandum sonuçları söz konusu yeni anayasa talebini daha bir görünür hale getirdi. 12 Haziran 2011 tarihli genel seçim sürecini ve sonuçlarını önemli oranda belirleyen de esas olarak yeni anayasa talebi oldu. Özetle, geçen yüzyılın çağdışı, tekçi, ırkçı, otoriter ve militarist zihniyeti ile inşa edilmiş değer ve kurumları aşınıyor, toplumumuzun çeşitlenerek her gün daha çok açığa çıkan hak ve özgürlük temelli taleplerini karşılamaktan uzaklaşıyor. Mevcut sistem daha fazla sürdürülemez durumdadır. Gelinenaşamada, Türkiye’nin kendini demokratik, çoğulcu, evrensel değerler temelinde yeniden yapılandırması bakımından, eski rejim, bir ayak bağına dönüşmüş bulunuyor.

Böyle bir ortamda yeni bir anayasa ihtiyacının gündeme gelmesi Türkiye bakımından hem doğal hem de kaçınılmaz bir durumdur.

Bu ön değerlendirmeden sonra yeni anayasaya ilişkin görüşlerimizi şu başlıklar altında özetlemek mümkün.

 

1. Demokratik ortam, etkin katılım


Yeni, demokratik, çoğulcu, evrensel hukuk standartlarını esas alan bir anayasa, toplumu oluşturan bütün kesimlerin etkin katılımı ile yapılabilir ancak. Böylesi bir katılım ise gerçek anlamda demokratik ve özgür bir tartışma ortamı, güvenli bir siyasi atmosfer ve barışçıl bir iklim oluşturulmadan düşünülemez. Yasakçı yasa ve kurumların kısıtladığı bir ortamda, özgür bir tartışma süreci yaşanmayacağı gibi sürecin gerektirdiği bir katılım da sağlanamaz. Yeni bir anayasa yapmak için yasal ve toplumsal zemini yasakçı unsurlardan ayıklamak, güvenli bir ortam için gerekli düzenlemeler yapmak bir ihtiyaçtır. Siyasi Partiler Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu, Türk Ceza Kanunu vb. yasakçı zihniyetin ürünü düzenlemeler, özgür tartışmayı tehdit etmektedir. Bu ve benzeri alanlarda bir an önce adım atıp demokratik bir zemin oluşturmak, yeni anayasa yapmak bakımından olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır.

 

Öte yandan süre giden çatışma ve operasyonlar ve ona bağlı olarak yaşanan tutuklama ve gözaltı furyaları, yeni bir anayasa yapımı için ihtiyaç duyulan özgür tartışma ortamını baltalayan, toplumsal uzlaşı zeminini büyük ölçüde tahrip eden diğer olumsuz bir durumdur. 30 yıllık bir savaşın ateşini dindirme basiretini göstermeyen, bu konuda çözüm üretmekte aciz bir toplumun yeni bir toplumsal sözleşme yapma iradesi ortaya çıkartıp çıkartamayacağı yönündeki haklı soru ve kuşkuların hızla giderilmesi gerekiyor. Şiddet ve savaş ortamının demokratik süreçleri bloke ettiği tecrübelerle sabittir. Çatışma ve şiddet ortamının sonlandırılması, insani ve siyasi nedenlerin yanı sıra bir de yeni anayasa yapımı bakımından hayati bir ihtiyaçtır.

 

2. Özgürlükçü bir felsefe


1924, 1961 ve 1982 anayasalarının tümünün ortak özelliği; tekçi, otoriter ve baskıcı bir maya ile yoğrulmuş olmalarıdır. Türkiye’nin bunca zaman yaşadığı sıkıntı ve çektiği ıstıraba neden olan da söz konusu zihniyetle oluşturulmuş anayasalardır. Bu nedenle yeni anayasa yapımında geçmiş anayasaların ya da onları besleyen zihniyet kodlarının referans alınması söz konusu olamaz.

Yeni anayasa yepyeni bir sayfaya yazılmalı, Türkiye’nin çoğulcu yapısını esas alan demokratik ve özgürlükçü bir ruhla yapılmalıdır. Onun herhangi bir ideolojiye atıfta bulunmasına gerek yoktur. Özel olarak da Kemalist ideoloji referans alınamaz. Kaynağını İttihat ve Terakki’den alan Kemalizm demokratik ilkelere ve çoğulcu yaşam tarzına karşı olan bir ideolojik yapıdır çünkü.

Özgürlükler konusunda ise temel alınması gereken düşünce ve örgütlenme özgürlüğüdür. Temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmaması esas alınmalıdır. Türkiye’nin de taraf olduğu temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmeler bu alanda yol gösterici niteliktedirler. Yeni anayasa, özgürlükler alanında demokrasinin ve hukukun evrensel normve ilkelerini esas alan bir ruhla oluşturulmalı. Yeni anayasa yapımında söz konusu belge ve sözleşmeler referans alınmalı ve aynı zamanda başvurulacak kaynaklar olarak anayasada kayda geçirilmelidir.

Düşünce özgürlüğü ise örgütlenme özgürlüğü ile bütünleştiğinde anlam kazanabilir bir kavramdır. Bu nedenle yeni anayasa örgütlenme hakkını tam bir güvenceye kavuşturmalı, bu hakkın ‘ülkenin ve devletin bölünmez bütünlüğü’ gibi kavramlarla kısıtlanmasına açık kapı bırakılmamalıdır. Şiddet önermemek ve kullanmamak şartıyla ayrı devlet veya bağımsızlığı savunan ‘ayrılıkçı’ partiler dahil her türden örgütlenme serbest bırakılmalıdır.

 

Öte yandan yeni anayasa, toplumsal değişime ve gelişmelere karşı duyarlı, değiştirilemez hükümlerden uzak, gelecek kuşakların inisiyatifini ipotek altına sokmayacak bir karakterde yapılmalıdır.

 

3. Geçmişin hasar tespiti/haksızlıkların kabulü


Yeni bir toplumsal sözleşmenin temel sütunlarını dikmeden önce geçmişin kısa bir muhasebesine, özetle bizi yeni bir anayasa yapma noktasına getiren nedenlere bakmak bir ihtiyaçtır. Geçmişi ve yol açtığı tahribatları bilince çıkarmadan, onun yıkıcı potansiyelinin geleceğe taşınmasını engellemek mümkün değildir. Geçmişle köklü bir yüzleşme gerçekleşmeden, onun kötülüklerinden ve günahlarından arınamayız.

Türkiye, Osmanlı bakiyesi olan çok uluslu, çok dili, çok kültürlü, çok din ve mezhepli bir coğrafya üzerinde kuruldu. Kürtler, söz konusu coğrafyanın yerleşik ve sayıca kalabalık birimlerinden birini oluşturuyordu. 1920’lerin ilk yıllarında Türkiye’nin bu çoğulcu yapısı göz önünde bulundurulduğu halde, Lozan antlaşmasının imzalanması ile Türkiye Cumhuriyeti uluslar arası hukuksal güvenceye kavuşunca, gidişatın yönü hızla değişmeye başladı.

 

Cumhuriyetin kurucuları, başta Kürtler olmak üzere diğer bütün etnik ve dini farklılıklara karşı ret ve inkar politikası izlemeye başladı. Bütün farklılıklar Türk kimliği ve kültürü içinde eritilerek Türk kimliğine dayalı homojen bir ulus yaratılmak istendi. Bu tekçi, ırkçı ve otoriter bir anlayıştı. En azından Kürtler böylesi bir inkar, eritme ve asimilasyon politikasına gönüllü bir biçimde razı olmayı düşünmüyordu. Öyle olunca da Kemalist rejim, İttihat ve Terakki’den devraldığı zihniyetle, baskı, sindirme ve zor yöntemleriyle sonuç almaya yöneldi.

Kürt sorununda inkar politikasına başvurduğu andan itibaren Türkiye Cumhuriyeti hızla otoriter, ırkçı ve militarist bir devlete dönüştü. Bu durum devleti bütün alanlara ilişkin olarak gerçeklikten ve hukuktan uzaklaştırdı, onu bir baskı ve savaş aygıtına dönüştürdü. Söz konusu baskı ve savaş aygıtı önüne çıkan herkesi biçti geçti.

 

Türkiye Cumhuriyeti tarihi baskı, işkence, kıyım, sürgün ve en önemlisi ret, inkar ve asimilasyon gibi insanlığa karşı suçlarla inşa edildi. Cumhuriyetin daha ilk yıllarında İstiklal Mahkemeleri’nin muhaliflere karşı estirdiği terör, 1925 yılında Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek kurulan dar ağaçları ve bu dönemde gerçekleştirilen Kürt katliamı, Mecburi İskan Kanunu ile Kürtlerin zorunlu göçe tabi tutulması, 1930 yılında Ağrıda yaşanan kırım ve zulüm uygulamaları, 1932 Zilan katliamı, 1938 yılında Dersim’de başvurulan insanlık dışı uygulamalar, kurulan darağaçları, genç, çocuk, yaşlı, kadın ayırımı yapılmadan gerçekleştirilen vahşet ve katliam, 1943 yılında 33 Kürt köylüsünün kurşuna dizilmesi, 6-7 Eylül 1955 yılında gayri Müslimlere karşı girişilen etnik temizlik harekatı, 1959 yılındaki Kürt tutuklamaları, 1960 darbesinin hukuksuz yargılamaları ve idamlar, 1960 darbesi sonrası

tekrarlanan sürgünler, 12 Mart darbesinde gencecik insanların asılması, gerçekleştirilen işkence ve tutuklamalar, 1977’deki 1 Mayıs katliamı, 1978 Kahramanmaraş ve Çorum vahşetleri, 12 Eylül 1980 darbesinde tekrar kurulan idam sehpaları, işkenceler, tutuklamalar, hunharca uygulamalarıyla Diyarbakır Cezaevi, 1990’lu yıllardaki faili meçhul cinayetler, yaşanan köy boşaltmalar, 28 Şubat ile 27 Nisan postmodern darbeleri ile gerçekleşmeyen darbe girişimleri ve Kürt diline karşı doksan yıldır sürdürülen baskı ve inkarla örülmüş yüz kızartıcı bir zulüm çarkı ile toplamda bir utanç zinciridir söz konusu olan.

 

Yeni anayasa ile Türkiye’nin yeni bir başlangıç yapması için, yeni anayasada geçmişte yapılan yanlışlık ve haksızlıklar mahkûm edilmeli, sistemin yol açtığı acıların sağaltılması, düşmanlıkların ıslah edilmesi, haksızlıkların giderilmesi anayasal bir hedef olarak belirlenmeli, geçmişte yaşanan felaketlerin bir daha tekrarlanmaması için önlemler geliştirilmelidir.

 

4. Çoğulcu yapının tanınması


Geçmişte yapılan yanlışları görmek, tespit etmek hem erdemdir, hem de yeni bir gelecek inşa etmek zorunlu bir ilk adımdır. Ancak daha da önemlisi, geçmişin haksızlıklarından yola çıkarak adil ve eşitlikçi bir sistem kurabilmektir. Bunun için yapılacak şey Türkiye toplumunun çok uluslu, çok dili, çok kültürlü yapısını tanımak, Kürt halkının ulusal kimliğini kabul etmektir. Yeni Türkiye kendi gerçeklikleriyle tanışacak, farklılıklarını zenginliği olarak kabul edecek, ülkeyi oluşturan ulusal, etnik ve dini farklılıkları kurucu unsurları olarak kabul edip yerli yerine oturtacaktır.

 

5. Kürt halkının haklı taleplerinin kabulü


Yeni anayasadan en temel ve başlıca beklenti onun Kürt sorununa ilişkin olarak üretebileceği çözüm kapasitesi olacaktır. Bu ise öncellikle dünden bugüne izlenen ret ve inkar politikalardan vazgeçmeyi ve giderek Kürt sorununun doğasını/kaynağını doğru bir biçimde teşhis etmeyi gerektirir. Bu açıdan Kürt sorununu doğru tespit etmek yeni anayasa bakımından ayrıca bir önem kazanmaktadır.

Kürtler, Ortadoğu ve de Türkiye’nin göz ardı edilmesi mümkün olmayan devasa bir gerçeğidir. Yoğun nüfusu, zengin dil ve kültürü, renkli tarihiyle Kürtler bir ulustur. Yüzyılların baskı, zülüm, sürgün ve yok etme politikalarına karşı ayakta kalabilme ve varlığını sürdürme iradesini korumuş bir halktır. Kürtler, yaşadıkları coğrafyaya hayat vermiş ve onunla özdeşleşmişlerdir. Öyle ki tarihte söz konusu coğrafyaya, Kürtlerin ülkesi anlamına gelen Kürdistan denilmiştir. Bütün göç ettirme politikalarına rağmen Kürtlerin Kürdistan coğrafyasında hala çoğunluk özelliklerini koruyor olmaları gözden uzak tutulmaması gereken bir durumdur.

 

Kürt sorunu elbette çok boyutlu bir sorun, bir Ortadoğu sorunu. Esas olarak da Kürt halkının ulusal demokratik haklarının gasp edilmesinden kaynaklı bir sorundur. Sorunun çözümü ise Kürt halkının doğuştan gelen, meşru ve de doğal haklarının teslim edilmesinden/tanınmasından geçmektedir.

 

Kürt halkının, kendi ülkesinde, yan yana bulunduğu halklarla birlikte, özgür, onurlu, güvenlik içinde ve eşitlik temelinde yakalmak hakkı vardır. Bu hak onun halk olmaktan kaynaklanan meşru hakkıdır.

Kürt halkına eşit haklar tanımak demokrat olmanın gereğidir. Eşit hakların olmadığı bir yerde kardeşlikten söz edilemez. Kürt halkının ulusal demokratik haklarını tanımak evrensel hukukun, Türkiye’nin taraf olduğu belli başlı bütün uluslararası sözleşmelerin de gereğidir. Kalıcı bir barış, sürdürülebilir bir istikrar Kürt sorununun adil ve eşitlikçi çözümünden geçer.

Kürt sorunu Türkiye’nin en temel sorunudur ve çözülmemesi halinde diğer tüm sorunları da çözümsüz bırakan bir özelliğe sahiptir. Türkiye’de yaşanan tüm temel sorunların ortaya çıkmasında, ağırlaşmasında, Kürt sorununda izlenen siyasetin büyük bir etkisi vardır. Bu nedenle Kürt sorunu çözülmeden bu ülkeye demokrasi ve barış gelmez, Türkiye çağdaş ve demokratik bir ülke olamaz.

Öte yandan, yapılacak yeni anayasanın ve giderek vatandaşlık tanımının Türk etnisitesine dayalı ırkçı ve tekçi ifadelerden arındırılması olumlu olmakla birlikte, böyle bir düzenlemenin Kürtler bakımından yapılacakların en iyisi olduğu söylenemez. 90 yıl boyunca yok sayılmış, sürülmüş, temel haklarından yoksun bırakılmış Kürt halkı bakımından, yaşanan mağduriyetlerin telafisi, dil, kültür, eğitim alanında çağdaş gelişme trendinin yakalanması, toplumsal ve siyasal yaşama katılım açısından yaşanan eşitsizliklerin giderilmesi için Kürt halkının varlığı ve kimliği anayasada ifadesini bulmalıdır.

Bu çerçevede yeni anayasada;

Kürt halkının ulusal kimliği tanınmalı ve bundan kaynaklanan ulusal demokratik hakları güvence altına alınmalı.

Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgede Kürtçe, eğitim dili olarak kullanılmalı, kamusal alanda Türkçenin yanı sıra resmi dil olarak kabul edilmeli.

Kürtçe ve Kürdistan ismiyle siyasal partiler kurulmalı, bu alanda serbestçe faaliyet serbestliği sağlanmalıdır.

6. Federal yapılanma

Kürt sorununun eşitlikçi bir çözüme kavuşturulması, Türkiye’nin mevcut katı merkeziyetçi yapısını değiştirerek federal tarzda yeniden yapılanmasını gerektirir.

Türkiye’nin mevcut devlet yapısı Türk etnisitesine dayalı tekçi, katı merkeziyetçi, otoriter nitelikte üniter bir devlettir. Bu yapısıyla Türkiye’nin ulusal, etnik ve kültürel çoğulcu yapısını kucaklamaktan uzak, farklılıkların idari ve siyasal yaşama katılımına kapalıdır. Türkiye’nin bunca yıldır yaşadığı birçok soruna neden olan devletin söz konusu aşırı merkeziyetçi, üniter yapısıdır. 100 yıl önce inşa edilmiş böyle bir sistemin günümüzün artarak çeşitlenen toplumsal ihtiyaçlarına cevap vermesi beklenemez.

Öte yandan üniter devlet, devlet biçimlerinden sadece bir tanesidir ve Alah’ın kelamı da değildir.

İddia edildiğinin aksine, federal bir sistemde, devletin tekliği ortadan kalkmaz. Tek devlet çatısı altında çoklu yönetim söz konusudur. Federalizm, birlik içinde çeşitlilik ilkesine dayanır. Federalizm, bir devlet çatısı altında, farklı kalma ve yaşama isteğini öngörür.

Türkiye’nin çok uluslu, çok kültürlü yapısına, dünyada giderek daha çok karşılık bulan çoğulcu yönetim anlayışına, demokrasilerin katılımcı ve çoğulcu gereklerine en uygun olan federal devlet yapılanmasıdır.

Günümüz dünyasının ekonomik alanda güçlü, demokrasi konusunda ilerlemiş belli başlı bütün ülkelerinin federal sistemle yönetiliyor olması dikkate alınması gereken bir konudur. Ulusal ve etnik sorunları olan birçok ülke, günümüzde çözüm için federalizm deneyimine yöneliyor ve o yönde eviriliyor. Kıbrıs sorununun çözümünde iki devletli federalizm modelini öneren Türkiye’nin kendisi de bu modele yabancı sayılamaz.

Türkiye’nin çoğulcu yapısına uygun düşecek en gerçekçi ve kapsayıcı sistem federal bir sistemdir. Kürt sorunu ancak federal bir sistemde eşitlikçi bir çözüme ulaşabilir. Kürt halkı temel haklarına böyle bir sistem içinde tam olarak kavuşabilir.

Bu nedenle yeni anayasada, Türkiye’nin yeniden yapılanması federalizm ekseninde kurgulanmalı, bu bağlamda Kürt halkına, kendi kendisini yönetmesine olanak veren federe bir statü tanınmalıdır.

7. Vesayetsiz bir düzen

Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözüme kavuşmasının önemli koşullarından biri de vesayetin sona erdirilmesidir. Vesayetin Türkiye’de esas olarak ordu tarafından, yani silahlı güçler tarafından ikame edildiği ve hayatın her alanına yansıdığı açıktır. Ordu, söz konusu hakimiyetini zaman zaman dolaylı yollardan, çoğu kez de gerçekleştirdiği darbelerle doğrudan hayata geçirdi. Toplum her alanda; yargısı, üniversitesi ve hatta basını ile denetim altına alan askeri oligarşinin vesayeti altına sokuldu.

Gerçek anlamda bir demokrasinin inşası için ordu demokratik ülkelerde olması gereken konumuna çekilmeli. Onun doğrudan ya da dolaylı bir biçimde siyaset ve toplumsal yaşama müdahalesini engelleyecek düzenlemeler yapılmalı. Bu durumda Milli Güvenlik Kurulu gibi bir yapıya gerek yoktur. Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma bağlanmalı, askeri okullardaki eğitim müfredatı demokratik toplum gerekleri doğrultusunda değiştirilmeli.

Yeni anayasa vicdani ret hakkını tanımalı, vatan hizmetinin başka kamu kurumlarında yerine getirilebileceğine ilişkin hüküm oluşturulmalıdır.

8. Yargı

Vesayet rejiminin taşıyıcılarından bir diğer kurum ise yargıdır.

Yargı ve faaliyeti, belli bir ideolojinin temel alındığı, devletin korunduğu, tekçi anlayışın her bakımdan öne çıktığı, çoğulculuğun dışlandığı ve temel insan hak ve özgürlüklerine ilişkin uluslararası belgelerin genel olarak referans alınmadığı bir anlayışın egemenliğindedir. Bu yüzden yargıyı bu anlayışın egemenliğinden kurtaracak bir yapılandırmaya ihtiyaç var.

Bununla birlikte, yargıyı ikili yapıdan kurtarmak ve tamamen sivilleştirmek zorunludur. Bu kapsamda Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin kaldırılması gereklidir. Bu

alanda askeri disiplin suçlarına bakacak bir askeri yargıyı tesis etmek yeterlidir. Özel yetkili mahkemelere son vermek demokratikleşmenin önemli bir adımı olacaktır.

Elbet yargının yapılandırılması bağımsız ve tarafsızlık ilkesini yerleştirilmek suretiyle başarılmalıdır.

9. İnanç özgürlüğü ve laiklik

Herkes din ve vicdan özgürlüğüne sahiptir. Herhangi bir dine inanıp inanmamakta, din ve inanç kaynaklı her hangi bir ibadeti yerine getirip getirmemekte herkes serbesttir. İnanç özgürlüğü ise laiklikle yakından ilintili bir konudur.

Laiklik ilkesi, devletin inançlar ve dinler karşısında tarafsız davranmasını, herhangi birisine ilişkin sınırlayıcı, ötekileştirici ve koruyucu tutum içine girmemesini, din, inanç ve ibadet özgürlüklerini güvence altına almayı toplumsal barışın ve inanç özgürlüğün bir gereği olarak kabul etmesini gerektirir.

Bu nedenle, inanç özgürlüğü çerçevesinde, din dersleri zorunlu olmaktan çıkarılmalıdır. Böyle bir çözüm sayıları 15–20 milyon arasında tahmin edilen Alevi kitlesi başta olmak üzere toplumun farklı dinsel azınlıklarını, Hıristiyanları, Yezidileri ve Ateistleri de rahatlatır.

Laik bir sistemde Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kuruma gerek yoktur. Devlet bütçesinden dinlere ve mezheplere pay ayrılmamalı. Her dini kesim kendi harcama ve giderlerini kendisi karşılamalı. Devletin görevi inanç özgürlüğünü güvence altına almak ve kamu düzeninin gerekleri bakımından denetim görevini yapmaktır.

10. Etnik ve dini gruplar

Yeni anayasa etnik ve dini bütün grupları Türkiye’nin zenginliği olarak kabul etmelidir. Yeni anayasa herkesin farklılıklarını koruyarak barış içinde bir arada yaşamasını garanti altına almalıdır. Süryanilerin, Lazların, Çerkezlerin, Arapların, Pomakların, Ermenilerin, Rumların, Yezidilerin kısaca tüm azınlıkların ve dini grupların kendi dillerinde eğitim görmeleri, kültürlerini geliştirip idame etmeleri, basın yayın ve hayatın bütün alanlarında kendilerini özgürce ifade etmeleri, kendi kimlikleriyle örgütlenmeleri ve ülkenin siyasi ve idari yaşamının bütün alanlarına özgürce katılmaları anayasal bir hak olarak güvence altına alınmalıdır.

11. Sosyal haklar

Toplumun bütün kesimleri bakımından insan onuruna yakışır yaşam koşulları oluşturmak, eğitim, sağlık, barınma ve sosyal güvenlik olanaklarından herkesin eşit bir biçimde yararlanmasını sağlamak sosyal devlet politikasının bir gereğidir. Yoksulluk ve işsizliği giderici politikalar geliştirmek, kadınlar, gençler, yaşlılar ve engellilerin eşitsizliklerini giderici önlemler almak sosyal haklar alanında düşünülmesi gereken başlıca adımlardır.

Sendika kurma, toplu sözleşme ve grev hakkı kamu-özel sektör ayırımı yapılmaksızın bütün sektörlerde çalışanlara eşit bir biçimde tanınmalıdır.

Eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağının gereği olarak devlet pozitif önlemler almalıdır.

Temel hak ve özgürlüklere ilişkin normlarda olduğu gibi bu alanda da uluslar arası çalışma örgütlerinin demokratik içerikli ilkeleri referans alınmalıdır. Çalışma yaşamına ilişkin olarak ILO standartlarına göre yeni düzenlemeler yapılmalıdır.

12. Adem-i merkeziyetçi sistem

Türkiye’nin yaşadığı sıkıntıların önemli nedenlerinden biri de devletin tekçi, katı merkeziyetçi, hantal ve bürokratik yapısıdır. Türkiye’nin çoğulcu ve çok kültürlü yapısı, dünyadaki gelişmelere paralel olarak artan yerinden yönetim talebi ve ekonomik ve rasyonel idari yönetim arayışı, Türkiye’nin adem-i merkeziyetçi bir yapıya geçişini gerektiriyor.

İster üniter devlet tarzıyla yönetilsin, ister federal bir sisteme geçilsin, devletin temel işleyişinin adem-i merkeziyetçilik ilkesine göre düzenlenmesi bir zorunluluktur.

Merkezi yetkilerin önemli bir kısmının yerel yönetimlere bırakılacağı bir sistem karar süreçlerini yerele/topluma yaklaştırırken aynı zamanda ‘toplumun etnik, kültürel, dilsel, dinsel ve diğer kimlik çeşitliliğiyle birlikte siyasal yapıya rengini vermesi imkânlarını yaratıyor’.

Böyle bir sistemde demokratik katılımın yerelden itibaren inşa edilmesinin önü açılır. Adem-i merkeziyetçi bir işleyiş bütün farklılıkların kendilerini kurucu ve değerli görmelerini sağlar.

HAK VE ÖZGÜRLÜKLER PARTİSİ

About Post Author