Bayram Bozyel
Siyasal partiler, toplumsal, siyasal ve tarihsel koşulların ürünü olarak doğar, şekillenir ve sonra döner içinden çıktıkları yapıları dönüştürürler.
1970 ile 1980 arası dönemde, dünyadaki genel geçer siyasal eğilim ve değerlere bağlı olarak Kürt hareketinde ortaya çıkan siyasal partiler, esas olarak üç saç ayağı üzerinde biçimlendi. Bu saç ayaklarından birincisi partilerin sosyalist nitelikte oluşuydu. Çünkü söz konusu dönemin Kürt örgütlerinin çoğu, dünyadaki yüksek cazibesi nedeniyle sosyalizm çizgisinde karar kılmış, yaşama ve olaylara sosyalizm perspektifinden yaklaşıyorlardı. Bu dönemin örgüt modelinin ikinci özelliği ise illegal temelde örgütlenmiş olmasıydı. Dönemin sert ve keskin siyasal kutuplaşmaları, ulusal kurtuluş hareketleri bakımından legal mücadele seçeneği bırakmıyor gibi görünüyordu. Üçüncü saç ayak ise (teorik olarak silahlı mücadele reddedilmemekle birlikte) pratikte barışçıl bir mücadele çizgisinin benimsenmiş olmasıydı.
O dönemin koşullarına göre biçimlenen ve denk düşen söz konusu örgütlenme modeli, Kürt hareketinin derlenip toparlanmasına ve ileriye taşınmasında önemli bir rol oynadı. Bu durum, içerde ve dünyada çok köklü ve farklı bir iklim oluşuncaya kadar devam etti.
1980 askeri darbesi, Türkiye’nin o günkü siyasal koşullarını tümüyle değiştirdi, ürettiği ve kurumsallaştırdığı şiddet aygıtlarıyla siyasal zemini terörize ederek bir önceki örgüt modelinin yaşam zeminini önemli oranda aşındırdı, zayıflattı. 1980 darbesi ile başlayan süreç Kürt toplumu için olduğu gibi dönemin siyasal örgütlenme modeli için de bir dönüm noktası oldu.
Esas tayin edici gelişme, küresel sonuçları olan Berlin Duvarı’nın yıkılışı oldu. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve ardından Sovyetler Birliği’nin dağılması, yirminci yüzyıla damgasını vuran soğuk savaş döneminin sonunu getirdi. 1917 ile başlayan ve ikinci dünya savaşı sonunda bir dünya sistemine dönüşen ‘sosyalizm çağı’ son buldu. Bu durum doğal olarak dünyada sosyalizmin prestij ve cazibesini zayıflattı, Türkiye ve Kürdistan’da sosyalizm davasına ve sosyalist parti modeline olan ilgiyi azalttı.
Sosyalizm dalgasının geri çekildiği, Türkiye’de ise siyasal iklimin terörize edilmesi ile barışçıl mücadele zemininin önemli oranda ortadan kaldırıldığı bir ortamda, 1980 öncesi örgüt-parti modelinin etkinlik kaybına uğraması kaçınılmazdı.
1980 askeri darbesi ile koyu bir baskı, şiddet ve savaş tüneline giren Türkiye’de, ancak 2000 yıllarının eşiğinde normalleşme belirtileri görülmeye başlandı. 1990’lı yılların başında Sovyetlerin dağılması, ilk planda ABD’nin dünyanın tek süper gücüne dönüştüğü şeklinde yorumlanmış, ayrıca bu durum ‘tarihin sonu’ gibi tezlerle entelektüel bir çerçeveye oturtulmaya çalışılmıştı. Ne var ki bu geçiş süreci fazla uzun sürmedi. Dünya 3.bin yıla adım attığında sosyalist sistemin çöküşüyle başlayan belirsizlik durulmuş, ABD egemenliğinde ifadesini bulan ‘tek kutuplu dünya’ saptamaları yerini çok kutuplu ve interaktif bir uluslararası sistem değerlendirmelerine terk etmişti.
Bu dönemde Kürt toplumu ve siyasal hareketi bakımından küresel ve içsel olmak üzere eşzamanlı ve birbirini tamamlayan iki süreç ön plana çıkmaya başladı.
Birincisi, AB aday üyelik sürecinin Türkiye’nin demokratikleşme çabaları üzerinde yol açtığı büyük ölçekli motivasyon oldu. AB aday üyeliğinin yol açtığı dinamizm, Türkiye’nin demokratikleşmesi bakımından önemli bir itici güce dönüşüyordu. AB adaylık süreci, Türkiye ve Kürdistan’da demokrasi ve değişim yönünde ciddi bir sinerji ortaya çıkarttı. AB süreci ile birlikte demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan temel hak ve özgürlükleri ile azınlık hakları kavramları, hem Türk kesimi hem de Kürt hareketi bakımından hiç olmadığı kadar başvurulur argümanlara dönüştü.
Benzer önemli bir değişim ise iç dinamiklerin etkisi ile kendisini göstermeye başladı. 2000’li yıllara gelindiğinde, 12 Eylül darbesinin tutuşturduğu şiddet ve çatışma ortamında sona doğru bir gidiş yaşanıyor, Kürt toplumunda başlayan çoğulculaşma, demokratikleşme, AB normlarından esinlenerek yeniden yapılanma arayışları Türkiye’nin ve dünyanın değişim süreçleriyle eş zamanlı olarak öne çıkmaktaydı.
Özgürlükçü demokrat bir parti modeli olarak HAK-PAR, işte böylesine önemli bir dönüşüm kavşağında ortaya çıkan bir partidir.
Bütün ulusal demokratik hakları gasp edilmiş bir halkı özgürleştirmek; demokratik, çoğulcu ve eşitlikçi bir toplum kurmak amacıyla yola çıkan bir partinin inandırıcılığının ilk koşulu, hedeflediği toplumun prototipisini kendinde gerçekleştirmeyi başarmasıdır. Çağdaş ve ilerici bir parti; demokrasiyi, çoğulcu ve katılımcı değerleri kendi iç işleyişinde hayata geçiren partidir.
Öte yandan özgürlükçü, demokrat ve barışçıl bir gelecek kurmanın; içinde bulunulan koşulları doğru tahlil etmekten, sorunları gerçek adlarıyla adlandırmaktan geçtiğine kuşku yoktur. Ulusal, sınıfsal, cinsiyetçi, bölgesel vb eşitsizlikler barındıran sorunlara radikal çözümler üretmeden ne demokrasiyi gerçekleştirmek ne de barışı inşa etmek mümkündür.
Kürt sorununu bir ulusun özgürlük sorunu olarak tanımlamak, ulusal özgürlüğü Kürt ulusunun ulus olmaktan kaynaklanan meşru hakkı olarak teslim etmek ve sorunun çözümünü eşitlikçi federal bir sistemde aramak, hem ilkesel bir yaklaşım, hem de reel bir tutumdur. Bu yaklaşım, aynı zamanda evrensel hukuk ile uygunluk içindedir. Kürt sorunu ile ilgili HAK-PAR’ın federal çözüm önerisini radikal görenlerin çoğunun Kürt sorununun doğasını tespit etme noktasında bir zafiyet içinde oldukları açıktır. Kürt sorunu ve benzeri karmaşık sorunlara palyatif çözüm önerme ve zamana yayarak soğutma çabalarının, sorunu kangrenleştirmekten başka bir işe yaramadığı deneylerle sabittir.
Kürt halkının özgürlüğünü federal çözümde arayan HAK-PAR’ın, amacına ulaşmak için barışçıl mücadele yöntemini benimsemesini bir paradoks gibi görenlerin olduğunu biliyoruz. Bunun nedeni, söz konusu kişilerin, haklı bir dava için her yöntemin mubah sayılmadığı, haklı olmakla makul (gerçekçi) olmanın her zaman aynı anlama gelmediği bir dünyada yaşadığımızın farkında olmamalarıdır. Bir davada sonuç elde etmek için haklı olmanın tek başına yetmediğini, Kürt halkının yüzyıllık acılı pratiğinden biliyoruz. Günümüz dünyasında, NATO üyesi ve ikinci büyük orduya sahip, ABD’nin görünür bir geleceğe kadar vazgeçilmez müttefiki, AB aday ülkesi bir ülke olan Türkiye’de, silahlı mücadelenin,- içerdiği onca insani maliyete rağmen- sonuç alıcı olmayacağını öngörmek için kâhin olmaya gerek yoktur. HAK-PAR’ın benimsediği barışçıl, sivil, demokratik ve meşru mücadele yöntemi ve uluslararası desteği esas alan sonuç alma yaklaşımı yeni zamanın gereklerine uygundur, gerçekçidir ve sonuç alıcıdır. Uzun erimde sonuç alıcı olacaktır.
Soğuk savaş dünyası bir kamplar ve karşıtlar dünyasıydı. ‘Bizim taraf’ haklı ve dost, ‘karşı taraf’ haksız ve düşmandı. ‘Biz’ kendi içimizde homojen iyilerden, ‘karşı taraf’ homojen kötülerden oluşuyordu. Kötülerden oluşan karşı tarafı yenmek topyekûn (duruma göre sıcak ya da soğuk) bir savaştan geçiyordu. Taraflar bütün (ideolojik, siyasi, ekonomik ve askeri) imkânlarını bu bütüncül savaş doğrultusunda seferber ediyorlardı. Bu toptancı düşman ve savaş anlayışı sadece Doğu (Varşova) kampı ile Batı (NATO) kampı için geçerli değildi. Karşıtlık içeren ulusal, sınıfsal ve hatta ideolojik bütün çatışma ve gerilimler bu genel kurala göre işliyordu. Soğuk savaş kültürü öyle bir şeydi ki, iki sosyalist ülke olan Sovyet ve Çin arasındaki herhangi bir çelişkiyi bile bir anda dünyanın başlıca gerilim odağına dönüştürebiliyor ve bu akıl dışı çatışma aynısıyla üçüncü ülkelerde izdüşümünü buluyordu.
Bugün de şiddet ve savaş kültürü insanlığın yakasını terk etmiş değil elbet. Ne var ki artık karşılıklılık ve ülkeler arası bağımlılık mantığı tarafından belirlenen bir dünyada yaşıyoruz. Hem uluslararası düzeyde hem de lokal sorunların çözümünde diyalog ve işbirliğinin öne çıktığı bir dönem söz konusu. Soğuk savaş dünyasının kutuplaşma refleksinin yerini diyalog; çatışma ve ölümcül rekabet kültürünün yerini uluslararası işbirliği almaktadır. Günümüz dünyasının uluslar arası boyutlar kazanan sorunları, ülkelere, işbirliği dışında bir seçenek bırakmıyor görünmektedir.
Aynı kural etnik, sınıfsal, dini ve bölgesel sorunlar için de ön plana çıkmış durumda. Dünün dünyasında bir sorunun çözümü, sorunun taraflarından birinin ötekisini alt etmesinden geçiyordu. Taraflar arasındaki ilişki, dost-düşman, kazanan-kaybeden ve son tahlilde savaşla sonuçlanacak bir ilişkiydi. Oysa günümüz dünyasının sorunlarının tarafları, bir birlerini yok edecek düşman addedilmiyor, tersine çözüm için işbirliği ve ittifak yapılacak partnerler olarak değerlendiriliyorlar. İşbirliği ve uzlaşı gibi kavramlar geçmişte hakaret içerikte kullanılırken, günümüz dünyasında başarının anahtarları olarak algılanıyorlar. Özetle kavramlar, ilişkiler, yaklaşımlar farklı anlamlar kazanıyorlar günümüzde. Söz konusu değerler daha esnek, gerçekçi ve pratik kullanıma kavuşuyorlar.
Soğuk savaş dünyasında, o dönemin ideolojik ve siyasal parametrelerine bağlı olarak şekillenen Kürt hareketi, başta ABD olmak üzere bütün kapitalist sistem ülkelerini ve Kürtlerle doğrudan sorunları olan bölge devletlerinin de içinde bulunduğu koca bir dünyayı düşman kampta ilan etmiş ve onlara karşı sosyalist bileşenleri ile savaşıyordu!
Bu gün Kürtlerin düşmanı kim sorusuna bir çırpıda cevap vermek kolay değil artık. Hatta böyle bir soruyu sormak bile günümüz dünyasında abes kaça bilir. Bırakın ABD, NATO ya da başkasını, yirmi milyon Kürdün haklarını gasp etmiş olan bir Türkiye devletini bile düşman ilan etmek günümüzde ne kadar gerçekçi? (Ya da karşımızda kaç devlet var diye soruları uzatmak da mümkün). Gelinen aşamada Türkiye devleti yok edilmesi gereken bir düşman mıdır, yoksa Kürt halkının temel haklarının teslim edilmesi için aynı zamanda işbirliği ve diyalog kurulacak bir partner midir? Giderek Türkiye devlet yapısı ve yönetim zihniyeti, Türk toplumu ile birlikte değiştirilmek üzere üzerinde çalışılacak bir alan mıdır?
2010 yılında kısmi anayasa değişikliğine ‘yetmez ama evet’ demesi, Ergenekon davalarına destek vermesi, yasal ve idari reformlar yapması için AK Parti hükümetini teşvik etmesi, bu türden adımlar atıldığında da olumlu karşılaması, HAK-PAR’ın gerçekçi davranmasından ve zamanımızın ruhunu doğru okumasından kaynaklanıyor. Türkiye’nin demokratikleşme sorununda sorumluluktan kaçmak, örgütsel reflekslerle reform çabalarını küçümsemek, içe kapanıp sırtımızı Türkiye’ye dönmek de bir yol olabilirdi. Oysa geçen dönem içinde, HAK-PAR, Kürt halkının özgürlük mücadelesinde üstlendiği tarihi misyonun yanı sıra, Türkiye’nin demokratikleşmesi konusunda Türkiye merkezli siyasal aktörün çoğundan daha aktif tutum sergiledi. AB adaylık sürecine gösterdiği ilgi ve son olarak yeni anayasa yapımında sarf ettiği ve sürdürmekte olduğu gayret bunun örneğidir.
Şu geçen 10 yıl içinde HAK-PAR somutunda yeni bir parti modelinin ana hatları inşa edilmiş durumdadır. Geçmişi reddetmeyen ama esas olarak yeni zamanların partisidir bu. Kürt sorununun çözümü ve onunla bağlantılı belli başlı sorunlara ilişkin olarak, ideolojik eksenli partilerden daha net bir gelecek perspektifine sahiptir. Çözüm önerileri bakımından radikal, duruşu ile gerçekçidir. Günümüz dünyasının sorunlarının karmaşıklığının bilinci ile çok yönlü ve flexibildir. Geçen 10 yıllık süreç bunun somut örneğidir.
Şimdi görev, Kürt halkına, HAK-PAR’ın onun için sığınılabilir bir liman, özgürlüğü kazanmak için saflarında mücadele edilecek güvenilir bir parti olduğunu anlatmak ve onu sabırla ikna etmektir. Bu görev, aynı zamanda hem partimiz hem de Kürt halkı için tarihi bir eşiğe işaret etmektedir.
5. Olağan Kongremiz, bu eşiği aşmak için bir sıçrama tahtasına dönüştürülebilir.
Bayram BOZYEL
Genel Başkan
* Bu yazı HAK-PAR Gençlik Bülteni 3. sayısında yayınlandı