Eski hükümdarlar çoğu zaman kendilerine ilahi bir sıfat da biçerler, doğrudan tanrı olmasalar bile, yarı tanrı olduklarını iddia ederlerdi. Firavunlar böylesine “tanrının yeryüzündeki vekilleri” idiler. Nemrut da öyleydi. “Kutsal Roma Cermen imparatorları” da bu türdendiler.
Peki, eskiden böyleydi de, yakın ve şimdiki zamanda bunun örnekleri yok mu? Olmaz olur mu? Yirminci yüzyıl bu türden nice diktatöre tanıklık etti. Hitler ve Mussolini kendilerine tanrı veya tanrının vekili demeseler bile, bu türden olağanüstü büyüklük iddiasında olan “Führer”ler, “İl Duçe”ler idiler. Daha sonraki dönemde sahneye çıkan Saddam Hüseyin ve Hafız Esat da…
Saddam sokağa çıktığı zaman, koşullandırılmış ve yönlendirilmiş kitleler şöyle bağırırlardı: “Yüreğimizle, ruhumuzla ve canımızla seninleyiz, ey Saddam!”
Saddam da Hafız Esat da, tepelere ve alanlara, geçmişteki tüm putlardan çok daha fazla sayıda ve çok daha büyük, 20-30 metre boyundaki heykellerini diktirmişlerdi. Devlet daireleri, sokaklar, alanlar, taksilerin camları onların resimleriyle bezenmişti…
Göstermelik parlamentoda yer alanları, başbakanı ve bakanları onlar seçer, onlar azlederdi.
Bazıları bunu devrimcilik adına yaptılar ve yapmaktalar. Örneğin sözde sosyalist Kuzey Kore’nin lideri Kim İl Sung kendisini düpedüz tanrılaştırmıştı. Ölümünden sonra oğlu, onun ölümünden sonra torunu bir hanedan gibi bu geleneği sürdürdüler. Geçende ölen başkan için tüm Korelilerin sokaklarda ve alanlarda saf tutup toptan ve yarışır gibi hüngür hüngür ağlaşmalarına tüm dünya tanıktır. Bazılarının yeterince içten ağlamadıkları için gözden düştükleri veya cezalandırıldıkları yazılıp çizildi. Bu, sosyalizm adına lider putlaştıran söz konusu ülke için hiç şaşırtıcı değil. Bu sosyalist bir tutum değil, şu 21. Yüzyılda tam bir soytarılık.
Sözde devrim yapıp, devrimcilik adına önüne geleni burjuva diye suçlayıp 2 milyon kişiyi katleden ve insan kafataslarından tepeler oluşturan Pol Pot vahşisi de bu örneklerden biriydi. Neyse ki Vietnam halkı, yalnız ülkesini Fransız ve ABD emperyalistlerinden değil, Kamboçya’yı da bu acımasız soytarının ve adamlarının elinden kurtardı.
Komşumuz İran ise bir diğer garibe… Evet, bu ülkede bir zamanlar Şahlık diktatörlüğü vardı ve halk buna karşı ayaklandı. Ama İran devrimi ne yazık ki adam gibi bir devrim olamadı, ortaya çarpık bir şey çıktı. Sonuçta Şah gitse bile, yerine ondan hiç de aşağı kalmayan Humeyni’nin liderliğindeki, kadını silme siyah çarşafa sokan, tıraşı engellemek için jileti bile yasaklayan Mollalar Rejimi geldi. İnsan hak ve özgürlükleri Şah döneminden bile geriye düştü. Özgürlük bekleyen halklar, Kürtler, Beluciler vb. bu kez de mollalar rejimi tarafından ezilir oldular.
Humeyni ise tam bir peygambere, yarı tanrıya dönüştürüldü.
Kısacası, 20. ve 21 Yüzyılda tanık olduğumuz bazı manzaralar, antik dönemde Mısır ve Mezopotamya’da yaşananlardan farklı sayılmaz. Kitleler belli koşullarda putlarını oluşturuyor ve onlara tapıyorlar.
Türkiye’de ve şu bizim Kürdistan’da bile bunun örnekleri yok mu? Bir düşünün hele… Aklınıza gelmiyor mu? Yok canım!..
Bizim ülkemizde de yukarıdaki örneklere benzer tatsız ve de acı gerçekler mevcuttur ve bu gerçekler dile getirildiği zaman bazılarının cevabı hazır: “Ama kitleler orada!”
Bazen de birazcık aklı başında insanlar şu soruyu soruyorlar: “Kitleler nasıl böylesine bir yanlışın peşine takılıp gider?”
Evet, “kitleler orada ve ne yazık ki kitleler bazen yollarını şaşırır, yanlışın peşine takılır giderler. Kitleler bazen, aynen Eski Mısır’da olduğu gibi kendilerine dana putu yapar ve ona tapınırlar. Yukarıda verdiğim örnekler bunun somut kanıtı.
Şu günlerde NTV’de bir Hitler belgeseli gösteriliyor: “Hitler, Öldüren Karizma!..”
Hitlerle ilgili çok şey okumuş, duymuş ve seyretmişsinizdir. Bu belgesel de oldukça ilginç ve bildiğimiz bazı şeyleri bize yeniden hatırlatıyor.
Orada, Almanya’da faşizmin yükseldiği dönemde çekilmiş, yani belgesel olan birçok görüntüde Hitler’i, bu acımasız diktatörü olduğu gibi görüp izleyebiliyorsunuz. Tavırları, jestleri ve mimikleri, sözleri ile tam bir soytarı, tam bir psikopat. Yani, kendisini seyreden çocuklara “Aa, bu amca deli!” dedirtecek türden.
Ama kitleler onun ardında. O, yarı açık otomobilinde resmi geçit törenlerinde göründüğü zaman, yaşlısı-genci, kadını-erkeği ile on binlerce, yüz binlerce Alman onu çılgınca alkışlıyor, “Heil Hitler!” diye haykırıyorlar. Bu dört dörtlük psikopata gösterilen bu sevgiye şaşıp kalıyorsunuz.
Üstelik 1930’ların 40’ların Almanyası bile bugünün İranı’ndan, Irakı’ndan Kamboçyası’ndan , Kuzey Koresi’nden çok daha ilerde. Alman toplumu teknikte ve bilimde, edebiyatta ve felsefede kendi döneminin nerdeyse en ileri toplumu. Bu ülke Mozart ve Bethoven gibi dev müzisyenleri, Goethe ve Shiller gibi büyük edebiyatçıları, Hegel, Marks, Engels gibi büyük filozofları yetiştirmiş bir toplum. Alman toplumu döneminin en iyi eğitimli toplumlarından biri idi. Almanya’nın o dönemde güçlü bir komünist ve sosyal demokrat partisi de vardı.
Ya aynı yıllarda bir başka psikopatın, Mussolini soytarısının arkasına takılan İtalyanlar?.. Bir dönemin en büyük, en uygar Roma İmparatorluğu bir yana, bu ülke Rönesans ve Reformun da anayurdu; Leonardo Da Vinci’nin, Michel Anj’ın, Dante’nin ülkesi…
Görüldüğü gibi sevgili okurlar, tarihsel ve toplumsal olaylar ilginçtir. Bazen en ileri ülkelerde bile kitleler şaşırıp bir çılgının peşine takılabiliyorlar. Tarih böylesine örneklerle doludur. Öyle olunca, Ortadoğu ülkelerinde ve şeyhi, ağası, aşireti, tekke ve tarikatleri ile feodal dönemin tipik izlerini hâlâ sürdüren bizim garip Kürdistan’da kitlelerin yanlış adamların peşinde yanlış yola sapması hiç şaşırtıcı değil.
Şaşırtıcı olan, adam sandığımız, sözde bilim ve teori okumuş, kendilerini aydından ve siyasetçiden sanan kimilerinin de “ama kitleler orada!” deyip, senaryosunu rejimin yazdığı ve rolleri de rejimin dağıttığı bu tür trajedi ve komedilere alkış çalmalarıdır.
Bu ise sonuçta trajikomik bir durumdur, ülkemiz ve halkımız adına acıdır.