GÜNCEL

KÜRD KÜLTÜRÜNÜN TALAN  VE YAĞMALANMASI

Latif Epözdemir

KÜRD KÜLTÜRÜ ÜZERİNDEKİ ASİMİLASYON VE MANİPÜLASYONLAR (1)

Asimilasyon politikaları en çok dil ve kültür alanında etkili olmaktadır. Asimilasyon sömürgeci politikanın en etkili silahlarından biridir. Sömürgeciler sömürgeleştirdikleri ülkelerin önce dil, kültür ve ulusal geleneklerini tahrip etmekle işe başlarlar. Asimilasyon özümleme biçiminde kendini gösterir. Ulusal öğeleri değiştirme, egemen ulusun etnik yapısına entegre etme, onu değersizleştirme, işe yaramaz olarak betimleme, yerel kültürü, tabi halkın kültürel hazinelerini tahrip ve talan etme, ulusal karakterinden yalıtma ve tam bir tebaa zihniyetini egemen kılmak için ciddi çabalar harcarlar.

Manipülasyon ve entegrasyon da sömürgeci anlayışın diğer silahlarıdır. Uluslararası toplum ve bu alandaki kurumların resmi anlayışına göre her ne şekilde olursa olsun dil, kültür ve sanat alanındaki yasakları ve asimilasyonu “kültürel soykırım” olarak nitelemektedir. Asimilasyon politikalarının baş hedefi dildir. Dilin asimile edilmesi bir ulus için en büyük felakettir. Çünkü ulusların en ayrıt edici özelliği var olan farklı dilleridir. Dil bir ulusun en temel varlık nedenidir. Ana dil o ulusun ana özelliğidir. Bu nedenle ulusları eritmenin, özümlemenin en etkili uygulaması asimilasyondur. Osmanlılar döneminde dil yasağı yoktu. Asimilasyon gereği duyulmamaktaydı. Osmanlı sarayı kültür ve sanat alanındaki etkinliklerde “makbul dil” anlayışına sahip değildi. Her etnik kesim kendi dilinde eserler verebiliyor ve sanat eserlerini icra kabiliyeti gösterebiliyor. Ne var ki Kemalist yönetim iş başına gelir gelmez bu yapıya müdahale ederek var olan farklılıkları “teklemek ve Türklemek” adına “katliam” boyutunda uygulamalara girişti. “Tevhidi Tedrisat Kanunu”, “Şark Islahat Planı”, “Umumi Müfettişlikler”, “Mecburi İskan Kanunu”, “Soyadı Kanunu”, “Harf Devrimi”, “Takriri Sükun Kanunu”,” Yerleşim alanlarının adlarının değiştirilmesi” ve benzer uygulamalar genç cumhuriyetin birer kanlı oku biçiminde “Türk” olmayanların canına saplandı. Bu kanlı oklar en çok da Kürdlere yöneldi.

Gelinen noktada “farklılıklarımız zenginliğimizdir” anlayışı yok sayıldı ve tüm zenginlikler “makbul kimlik sayılan “Türk” kimliğine kurban edildi. Kemalist ideoloji bu anlamda, özellikle 1950’lerden sonra bir “zafer” elde etti. Böylece Kemalist yönetim Türkiyeyi Türkler için ”bir cennet” diğer halklar için ise “bir cehenneme” çevirdi. Bunun övünülecek tutarlı bir yanı yok. Tersine bu durum utanılacak hicap duyulacak bir durumdur.

Sömürgeci talan ve işgal altındaki kültürler, yasak ve engellemeler sayesinde, mecburen kendi dilleriyle konuşmayı, şarkı söylemeyi, şiir yazmayı bırakıp; sömürgesi olduğu ülkenin diliyle yazmaya, kültürel ve edebi eserler yaratma yoluna girdi. Sonuçta bir edebi eserin kimliği o eserin yazım dili ile değerlendirileceğinden farklı kimliklerdeki edip ve yazarların yarattığı eserler egemen ulus edebiyatına mal oldu.
Cumhuriyet dönemi “aydın ve yazarları” ile “kendini cumhuriyet kuşağı” diye tanımlayan “Türk” aydınlar, bir kez bile Kürd dilinden, tarihinden ve ulusal kültüründen söz etmedi. Yaratılan birçok kültür edebiyat ve sanat eserinde Kürd sosyal yaşamı konu edildiği halde gerçek “aidiyetleri” söz konusu bile edilmedi. Can Yücel’in deyişi ile “Mem û Zin”i “Limuzin” olarak algıladılar. “Türk sineması”, “Türk Müziği”, “Türk Edebiyatı” yıllarca bu sosyal kaynaklardan beslendiği halde, bu meyandaki eser sahipleri hiç Kürd kültüründen söz etmedi.

Üstelik de bunu bir marifet sayıp “Anadolu kültürüne” mal etmek konusunda sıkı birer nefer olarak yarıştılar. Bu aydın ve yazarlar bu süre içinde tek kelime bile Kürdçe öğrenmedi, Kürdlerden açıkça söz etmedi. Şimdilerde “heval, rojava, serhildan” kelimelerini dillerine pelesenk yapanlar bu veballerine dair hiçbir özeleştiri yapmadan “Kürd dostu” gibi kendilerini lanse etme yarışındalar.

Çağdaş uygarlıktan dem vurmak ve bunu bir üstünlük payesi gibi sunan “Türk aydınlar”, “Harf devrimi” ile övünür dururlar. Oysaki Kemalistler Latin Alfabesine geçerken bile tahrifatla işe başladılar ve  “Türk Harf devrimi” adı altında latif alfabesindeki “q, w, x, ê,” gibi harfleri kullanmayı yasakladılar. Çünkü bu harflar Kürd alfabesinin farklı sesleriydi. Onlar bilinçli olarak bu harfleri yok saydı, red ve inkar ettiler. Kemalist Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Güneş Dil Teorilerini  sıkılmadan kendilerine rehber ettiler. Bu teorilerin hepsi de inkar, ret ve asimilasyon araçlarıdır. “Türk Cumhuriyetinin” diğer halkların, özellikle de “tehdit” unsuru olarak algıladıkları kültürel erozyon ve talanına
Kemalist Cumhuriyetin gönüllü neferleri, kuruluş yıllarından başlayarak her şeyi “Türkçeleştirmek” yolu ile “Türk milli birlik ve beraberlik” mertebesine ulaşabileceklerini sandılar.

Temmuz 1926’da Darü’l Elhan Müdürü Yusuf Ziya Demircioğlu öncülüğünde bütün ülkede seferler düzenlenir. Bu gezilerdeki temel amaç, cumhuriyet dahilindeki tüm müzikleri “Türküleri” kayıt altına almaktır. Türkü “Tirki” sözcüğünün düzgün halidir ve Kürdçede karşılığı Türkçe demektir. Cumhuriyet sınırları içindeki “türküleri” burada her müzik eserine Türkü denmesi de çok manidardır. Lakin Türkçe olmayan bir eser nasıl Türkü olarak adlanabilir ki?
Yusuf Ziya bey önderliğindeki bu resmi seferberlik aynı zamanda şahıslara ve kimi özel kuruluşlara da yeni bir uğraş alanı yaratmıştır. Kimi kişi ve kurumlarda ellerine geçirdikleri ezgileri tez elden Türkçeleştirerek arşivlere “derleyen” sıfatı ile kendi adlarını koyarak kayıt ettirdiler. Bu kişiler de tıpkı resmi kurumlar gibi ezgilerin kökenlerininden hiç söz etmeden onları “Türk” müziğine kazandırdılar.

Cumhuriyet sınırları içindeki ikinci sefer ise, 2 Eylül 1926 tarihinde Samsun yönüne düzenlenmiştir. Bu yörelerde de (Karadeniz) kuşkusuz farklı kültürler var. Gürcü, Hemşin, Laz, Rum ve Pontus halkları var ve onların müziklerinin de “Türkü” yapılması gerekirdi. Bu nedenle oradaki “Türküleri” de derleyip arşive aktarmak lazım gelirdi. Bu seferin komuta kademesi bu kez Rauf Yekta, Dürü Turan ve Ekrem Besin gibi isimlerden oluşmaktadır. Bu esas itri ile Çukurova ve Kürdistan seferinin başlangıcı da oldu. Lakin Samsun yönünden Adana’ya rota çevrildi ve Gaziantep ve Urfa illerine çıkartma yapılarak 250’den fazla eser toplandı, “Türkçeleştirildi” ve arşive konuldu.
Bu seferler aralıksız devam etti. Milli Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne bağlı, Ankara Devlet Konservatuarı öğretmenleri de bu işe merak sardı ve onlarda 1938 yılında bölgeye “Türkü” derlemeye çıktılar. Bu sefer iki ayda ancak tamamlandı. Bu heyetin başında da Ulvi Cemal Erkin beyefendi vardı. Erkin’in iki yardımcı Ulvi Cemalin iki de “yaveri” vardı. Biri  Diyarbakırlı Muzaffer Sarısözen, diğeri de Arif Atikan beyefendiydi. Atikan beyefendinin işi Veysel Sarısözen’in bulup “Türkçeleştirdiği”, “Türküleri” kayıt altına almaktı. Bu sefer esnasında Diyarbakır, Urfa, Malatya, Antep ve Maraş gibi Kürd illerinden 500’e yakın Kürdçe şarkı toplanarak “Türkü”leştirildi.

Bir diğer sefer de, 1967 yılında TRT tarafından gerçekleştirildi ve bu sefer esnasında da 1750’den fazla  şarkı “derlendi” dezenforme edildi.
Bu işi keyifli ve kazançlı bulan kültür bakanlığı da işe soyunarak Kültür Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi aracılığı ile 1976 yılında yine Kürdistan’a bir çıkarma yapıldı. Ama bu kez şarkı ve ezgilerin, halk müziği ve folklorün beşiği olan yukarı Mezopotamya’nın sanat merkezi Rûha (Urfa) hedef seçildi ve sadece bu yörede talana geçildi. Bu çıkarma sonucunda da 300’den fazla eser toplanıp “Türkü”leştirildi.

Bu talan seferleri esnasında ele geçirilen ”ganimetler” “türküleştirildikten sonra bir de büyük bir marifetle “notaya”da aktarılmaya başlandı. Bu şarkıların kökeni anıldığında da, “Urfa” yöresi, ya da “Maraş ağzı”, “Diyarbakır Türküsü”, “Tunceli dolaylarından derlenen Türkü” gibi adlar kullanıldı. Bu esnada da tek kelime Kurdi ya da Kürdçe yok. Osmanlılar döneminde “Araban Kurdi”, “Kurdili Hicazkar” ve “Acem Kurdi, Muhayyer Kurdi” gibi adlar kullanıldığı halde cumhuriyet döneminde bu adlardan da vazgeçildi. Kürd aidiyeti tamamen gizlendi.

Bu eserlerin çoğu bir kurulun denetiminde Ankara Radyosu’nda çalmaya başlandı. Bu heyetin başında o dönem Mesut Cemil Bey vardı. Mesut Cemil Bey öncülüğünde 1948 yılında Ankara Radyosu “Yurttan Sesler” korosu yayına başlayarak bu derlenmiş “Türküleri” yayınlamaya başladı.

“Yurttan Sesler” yayınları aslında tek sesliliğe indirgenmiş “yurdun” Türkçeleştirilmiş sesleriydi. (….) ”İşin enteresan tarafı da derlenen Kürdçe eserlerin Türkçe’ye çevrilmesi, ve bizzat Kürd sanatçılarına da Türkçe okutulmasıydı.” (A.Kerim Bülbül) Çünkü ağız ve damak yapısı en uygun olan kişiler ancak şarkıyı esas ezgisi ile iyi seslendirebilirdi.

Devam edecek…

About Post Author