Doç Dr. Ekrem ÖNEN
Ortadoğu ve Yakındoğu her zaman Rusya ve Batılı ülkelerin savaş ve çekişme alanı olmuştur. Yalnızca Çarlık Rusyası ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 16. Yüzyıldan 1917 yılına kadar 50’ye yakın savaşın yapılmış olması bunun belirgin bir örneğidir. 1916’da İngiltere ve Fransa arasında gizlice yapılan Sykes-Picot anlaşması uyarınca Osmanlı İmparatorluğu parçalanmış ve bölgenin temel düzeni Sevr ve Lozan anlaşmaları ile son şeklini almıştır.
Sykes-Picot anlaşması başlangıçta Çarlık Rusyası’nın desteğiyle hazırlanmıştı, ama daha sonra Ekim 1917 Devrimi’nin gerçekleşmesiyle kurulan Sovyetler Birliği bu ittifaktan geri çekildi. Bölgede 2. Dünya Savaşı’na kadar süren bu düzen Joseph Stalin, Winston Churchill ve Franklin D. Roosevelt’in 1945 yılında Yalta’da yaptıkları ünlü anlaşmayla yeniden yapılandırıldı.
Yakın Doğu, Ortadoğu ve Kürdistan, 1. Dünya Savaşı öncesinden başlayarak, 1991’de Sovyet Rusya’nın yıkılışına kadar bir yanını İngiltere, Fransa ve Almanya’nın, diğer yanını da Rusya’nın oluşturduğu taraflar arasında çekişme alanı olmaya devam etmiş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin Batılıların safına etkin bir biçimde katılmasıyla bölge sıcak bir çatışma alanına dönüştürülmüştür.
Bütün bu çatışmaların en önemli nedeni, Ortadoğu ve Yakındoğu’nun özellikle de Kürdistan bölgesinin, bu iki kutup arasındaki sınırlarda bulunuyor olmasıdır. Taraflardan birinin bu sınırları ihlal etmesi ve bölgedeki nüfuzunu artırması üzerine diğer taraf hemen duruma müdahale etmiş ve dengeyi yeniden kurmuştur.
Aslında bölgedeki nüfuz çatışmaları 200 yıldan beridir var ama bu durumu net bir şekilde görülür kılan şey Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması oldu. 1991 yılında Sovyetler Birliği de yıkılınca bu güçler dengesi yeniden bozuldu. Başını ABD’nin çektiği Batılı ülkeler Rusya’nın zayıflamasını fırsat görerek, kendi çıkarları doğrultusunda dünyaya yeni bir düzen vermek istediler. Ancak bu isteklerini 20 yıl boyunca, 2010’a kadar gerçekleştiremediler.
Bunun temel nedeni, bu süre içinde Çin, Hindistan, Mısır, İran ve Türkiye’nin, Batılıların bu projesine engelleyecek biçimde ön plana çıkması olmuştur. Bir diğer önemli neden ise, Batılı ülkelerin özellikle de ABD’nin, yanlış bir hesapla Rusya’nın artık yeniden güçlenip uluslararası bir güç olabileceğini düşünememiş olmasıdır.
Putin’in yönetime gelmesiyle birlikte Rusya yeniden uluslararası bir güç olduğunu gösterdi. Putin 20 yıl sonra 2007 yılında Münih’te yapılan Uluslararası Güvenlik Konferansı’nda, Rusya’nın artık tek kutuplu bir dünyayı kabul etmeyeceğini ilan etti.
Bunu pratikte de göstermek üzere Rusya 2008 yılında Gürcistan’la savaşa tutuştu. Daha sonra Kırım’ı topraklarına kattı, Ukrayna’da silah ve asker göndererek Rus ayrılıkçılarını açıktan destekledi ve şimdi de Suriye sorununda kendini uluslararası bir güç olarak gösterdi.
Öyle görünüyor ki, ABD’nin başını çektiği Batılı güçler, özellikle Suriye sorununda Rusya’yı uluslararası bir güç olarak kabul etmiş durumdalar ve yenidünya düzeninin kurulmasında Rusya ile anlaşmaya gitmeye zorlanıyorlar.
ABD ve Kürdistan
Öncelikle bilinmesi gereken şey, uluslararası güçlerin Kürdlerle olan ilişkisinin, her şeyden önce geliştirmiş oldukları Yakındoğu ve Ortadoğu stratejilerine dayalı olmasıdır. Görüldüğü kadarıyla ABD’nin Kürdistan’a yönelik doğrudan bir politikası olmamıştır ve Kürdistan sorununa daha çok Türkiye, İran, Irak ve Suriye ile olan ilişkileri çerçevesinde bakmaktadır.
Bilindiği gibi Kürdler (Güney Kürdistan-PDK) ABD ile ilişkiye geçebilmek için özellikle 1965 yılında çok aktif bir şekilde çalıştılar. Özellikle 1968 Irak Devrimi’nden sonra Baas Rejimi’nin kurulmasıyla Kürdler, ABD’nin kendileriyle ilişkiye geçmesini umut etmişti. Ancak ABD 1972 yılına kadar Kürdlere hiçbir şekilde yaklaşmadı. Çünkü yeni Baas Rejimi ile iyi ilişkiler geliştirmek amacındaydı. Ne var ki, Baas Rejimi ABD yerine Sovyetler’e yakınlaşıp askeri ve ekonomik anlaşmalar yapınca ABD de Kürdlerle gizliden gizliye bir ilişki kurma yolunu tercih etti.
Bu ilişki 1972 yılında, ABD’de Langley’deki CIA merkezinde gerçekleşti. Kürd delegasyonu, rahmetli İdris Barzani ile şu anda Irak Parlamentosu’nda Kürdistan’ı temsil eden Dr. Mahmud Osman’dan oluşuyordu. O toplantıda CIA Başkanı Richard Helms, bazı Pentagon sorumluları ve dışişleri bakanlığından az sayıda temsilciyle görüşmüşlerdi.
ABD’nin isteği İran üzerinden Kürdlerle ilişkiye geçmekti. Bu gizli ilişki ve destek 6 Mart 1975’e kadar devam etti. 1975 yılında İran ve Irak arasında gerçekleşen Cezayir Anlaşması’yla birlikte ABD ve İran, Kürd Devrimi’ne yardımı kesti ve Kürd halkına o çok iyi bilinen büyük trajedi yaşatıldı. Bu dönemde Kürd Hareketi’nin lideri rahmetli Molla Mustafa Barzani, ABD Dışişleri Bakanı Henri Kissinger’e bir mektup yazarak tehlikeli sonuçlar yaratacak olan bu trajediyi vurgulamış ve Kürd halkının şikayet ve isteklerini dile getirmişti. Ama Kissinger’in cevabı kısa olmuştu: ‘’Bu siyasettir. Siyasette değer yargıları yoktur. İki taraf bir konuda anlaşırsa, bu üçüncü tarafın zararınadır.’’
80’li yıllarda Kürdler ABD ile yeniden ilişki kurmayı denedi. Fakat ABD hiç oralı olmadı ve Kürdleri dinlemek bile istemedi. Çünkü o zamanlar İran-Irak Savaşı devam ediyordu ve ABD Irak’a arka çıktığı için Kürdlerden uzak duruyordu. 90’lı yılların başında Sovyetler’in çökmesi ve Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle birlikte bölgede yeni bir durum ortaya çıktı. ABD Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkarttı ve ABD Başkanı, Saddam Rejimi’nin yıkılması için Irak halkına çağrıda bulundu.
Kürd Hareketi bu aşamada ABD’nin kendilerini koruyacağı umuduyla baş kaldırdı. Ancak ABD sessiz kalınca Saddam Kürdlere saldırdı ve Kürdleri bozguna uğrattı. 10 binlerce Kürd dağlara çekilmek zorunda kaldı, yüzlerce çocuk, kadın ve yaşlı soğuktan öldü. Bu olaydan sonra Kürdler arasında “ABD’nın Kürdleri tekrar yalnız bıraktığı’” kanaati pekişti.
YNK lideri Celal Talabani’nin Bağdat’a giderek Saddam’la görüşmesinden sonra ABD, felaketle sonuçlanan olayın farkına vardı. Bunun üzerine Kürdlere güvenli bir bölge oluşturuldu. Saddam devrildikten sonra Irak’ta iktidar boşluğu doğdu ve istikrarsız bir denge oluştu. Kürdler, Saddam’dan sonra getirilen yasalarla federasyon hakkını elde ettiler ama Irak taraftarları bunun meşruiyetini kabul etmemektedir.
Şu anda Kürdlerin ABD ile ilişkilerinde hâlâ bir belirsizlik söz konusudur. Öyle görünüyor ki bu durum daha çok, ABD’nin askeri stratejisi, jeostratejik ve jeoenerji çıkarları ve Rusya ile olan çelişkilerine göre şekillenecektir.
Rusya ve Kürdistan
Rus-Kürd ilişkileri aktif olarak ilk kez 1850’de başlamıştır. Ruslar yüzyıllık “sıcak denizlere ulaşma stratejisi” nedeniyle hem Osmanlı İmparatorluğu hem de İran’la savaşırken Kürdlerin varlığını da bölgede bir faktör olarak görmüştür. Bu bağlamda önemli olan Çarlık Rusyası’nın jeopolitik çıkarlarıydı. Bu nedenle Kürdlere askeri strateji çerçevesinde yaklaşmıştır.
Rusya Kürdleri kendi tarafına çekmek için Kürdlerin dili, kültürü ve sosyal hayatı üzerine araştırmalar yapmıştır.
Bu araştırmalar 1850’li yılların başında Bitlis, Van, Erzurum, Hoy ve Musul’da kurdukları konsolosluklarda başlatılmıştır. Rusya’nın o zamanki konsolosluk ve elçiliklerinde görev yapanların çoğu akademisyendi. Örneğin Alexander Jaba ve Minorsky adlı diplomatlar Kürd dili, kültürü ve toplumsal hayatı üzerine önemli çalışmalar yapmışlardı. Daha sonra Petrograd Rus Akademisi de Kürdler üzerine araştırmalar başlatmıştır.
Çarlık Rusyası’nın Kürdlerle siyasi ilişkiye girmesi de işte o tarihlerde başlıyor. Bu süreç Şeyh Übeydullah’ın başkaldırısından Bedirxaniler’e, Barzaniler’e, Kör Hüseyin Paşa, Cihangir Ağa, Seyid Taha, Simko’ya kadar uzuyor. Çarlık Rusyası arşivlerine göre Ruslar, İran Kürdistanı’nın Hoy kentinde 1913 yılında Abdürrezak Bedirxhan ve Simko’nun (İsmail Axayê Şikakî) yardımı ile Kürd dilinde (kiril alfabesi ile) bir okul ve hastane açıyorlar. Ayrıca bir basım evi de kuruyorlar. Aynı dönemlerde Mahabad’ta Kürdistan Gazetesi yayına başlıyor.
Çarlık Rusyası Kürdlere hep pragmatik olarak yaklaşmıştır. İlk elde Kürd kartını, Osmanlıları ve Acemleri hizaya getirmek için bir koz olarak kullanmıştır. İkinci olarak da İngilizler, Fransızlar ve Almanlar gibi Batılı ülkelerin Kafkasya’ya ulaşmalarını engellemek için Kürdistan’ı bir tampon bölge olarak kullanmıştır. Kürdler de Rusya ile olan ilişkilerini atasözünde denildiği gibi “Düşmanımın düşmanı, dostumdur” ilkesine göre kurmuştur.
Bilindiği gibi İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusyası gibi emperyalist ülkeler (müttefikler) 1. Dünya Savaşı’ndan önce bu bölgeleri kendi jeostratejik çıkarlarına uygun biçimde dizayn etmek istiyorlardı. İşte bu amaçla bölge ülkelerini sınırları içinde barındıran Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak için 1916 yılında gizli Sykes-Picot anlaşması yapıldı.
Buna göre Irak, Ürdün, Kürdistan’ın güneyi (bir bölümü), Hayfa’nın etrafı yani Filistin İngiltere’ye; Suriye, Lübnan, Kürdistan’ın güneyi Fransa’ya ve Kürdistan’ın kuzeyinin bir kısmı ile bugünkü Türkiye topraklarının bir kısmı Rusya’ya bağlanacaktı. Ama 1917 yılında Rusya’da devrimi gerçekleştiren Bolşevikler bu “emperyalist paylaşım anlaşmasını” reddettiler.
Sovyetler döneminde de Rusya’nın Kürdlere olan tutumunda temelde bir değişiklik olmadı. Tek değişiklik, Kürd sorununa ideolojik olarak antiemperyalist açıdan bakmalarıydı. Yoksa aynı pragmatik yaklaşımı onlar da sürdürmüştür.
1920’lerde Sovyet Rusya’nın Kürdlerle olan ilişkileri devam ediyor. Birçok aşiretle ve Kürd beyi ile temas halindeler. Sovyet Rusya arşivlerinden görüyoruz ki, Rusların Molla Selim’le, İstanbul Özgürlük Komitesi’yle ve bazı Kürd liderleriyle, örneğin Yusuf Ziya Bey ile ilişkileri vardı. 1930 yılında Erivan Radyosu’nun açılması resmiyette her ne kadar Sovyet Kürdleri için geçerli olsa da gerçekte önceliği Kürdistan içindi.
Devam edecek…
***Konuk Yazarlar bölümünde ifade edilen görüşler hakpar.org.tr’nin politikalarından bağımsız, yazarın kendisini bağlamaktadır***