Davut BİLİNMİŞ
Çağdaş toplumlarda en önemli gösterge, yerleşmiş bir demokrasi ve gelişmiş bir insan hakları mekanizması, çoğulcu anlayış ve uyuşmazlıkların barışçıl yollardan çözülmesidir.
Çoğulculuk; çeşitli düşünce, politik farklılıkların ve etnisitelerin değerli kabul edildiği korunması gerektiği ve temsil edilme hakkına sahip olduğu kabul edilen bir anlayıştır.
Demokrasi sadece politik bir yönetim biçimi değildir, aynı zamanda yaşam biçimidir, demokrasi birey, aile, gruplar, toplum ve ülke olarak demokrasi kültürünün yerleşmesi ile uygulanabilirliği olur, yoksa yönetimden yönetime farklılık göstereceği için, devlet yapısının demokratik anlamda kurumsallaşması sağlanamamış olur.
Peki Türkiye’de demokrasi deyince, toplumun çeşitli kesimleri bunu nasıl algılamaktadır ve nasıl bir demokrasi istemektedir.
Bütün çağdaş ülkelerde toplumu meydana getiren sınıf ve katmanlar vardır, bu sınıf ve katmanlar özgür bir örgütlenme ve düşünceye sahiptirler, uygulanan demokrasi de toplumsal farklıkları gözeterek uygulanmaktadır, kısaca çoğulcu demokrasi ile yürütülmektedir.
Türkiye’ye gelince; Süleyman Demirel’in siyaset yıllarında sık sık kullandığı çok önemli bir söz var.
‘’Türkiye sınıfsız ve sömürüsüz bir ülkedir, bütün dünyadan farklıdır.‘’
Türkiye’nin yakın tarihine baktığımız zaman, en azından benim görebildiğim 1970’li yıllardan bu yana bu sözün gerçekten doğru olduğu, var olan sınıf ve katmanların savunduğu politik yapılarına baktığımız zaman da görebilmekteyiz.
Her şeyden önce Türkiye’de herkesim, solcusundan, dindarına, milliyetçisine kadar, temsil ettiği sınıf ve toplumdaki katmanlarına kadar, ortak bir noktada bütünleştikleri ve resmi ideolojinin koyduğu sınırların dışına çıkmama konusunda hemfikirdirler, bazen bakıyorsun sağ uçtaki ile sol uçtaki ortak noktaları olan çoğulculuğa karşı birleştiklerini görmekteyiz. Örneğin Kürdlerin haklarına tanımama konusunda Türk halkında ortak bir konsensüs vardır, bu da resmi ideolojide ortaklaştıklarını görmekteyiz.
Resmi ideoloji özgür düşüncenin önünde bir barikattır.
Peki bu durum Türk halkının çıkarına mıdır? Ekonomik, sosyal, siyasal olarak toplum bununla daha mı iyi konuma geliyor, yoksa tam tersi mi?
Türkiye’deki bütün halkların çıkarına olmadığı, içinde bulunduğumuz, ekonomik, toplumsal ve sosyal geri kalmışlık bunu göstermektedir.
Kürd coğrafyası olan ve Doğu ve Güneydoğu dedikleri bölge, kendi kültüründen uzaklaştırıldığı için, (Bu başlı başına bir araştırma ve yaklaşım konusu) birkaç yüzyıl önceden kalma toplumsal yapıların zihniyeti olan feodal, aşiretsel vb. gibi yapıların zihinsel olarak hakim olduğu ve bunun da Kürd toplumunda ekonomik yaratıcılık, teknolojik buluş ve yüzyılımıza tekabül eden sosyo-ekonomik yapının geriden takibi nedeniyle, hem bölgesel, hem Türkiye genelinde ekonomik bir darbedir denilebilir.
Sadece ticari temsilcilik zinciri (tüketici toplum) ile üretim ekonomisinin, teknolojik gelişmelerin, güçlenemiyeceği ortadadır, verilen destek projeleri ise siyasi yandaşlıklar için 1980’li yıllardan beri devam etmektedir.
Yukarıdaki durum açıkça gösteriyor ki, tekçilik ve inkar sadece Kürd halkının aleyhine değildir, belki birkaç yüzyıl önce sömürge ilişkilerinden elde edilen artı değer söz konusu idi, günümüzde uluslararası pazarlar bu yapıyı değersiz kılmıştır, geriye kalan resmi ideolojinin devamında fayda sağlayan sınıf ve katmanların negatif etkilendiklerini görmekteyiz, sermaye sınıfının da bu durumdan olumsuz nasibini aldığı demokratik ortamlarda işveren odalarının yayınladığı Kürd raporu onların bundan rahatsızlık duyduklarını göstermektedir.
Gelelim Türkiye’ de demokrasi mücadelesine… Verilen ve verilecek mücadele, Kürd sorunun çözümünü kapsamadığı süre, verilen demokrasi mücadelesi, birini hükümetten indirip, diğerini işbaşına getirmekten öteye bir durum değildir. Aynı sistemin bürokratik yönetiminin el değiştirmesinden başka bir durum değildir, hiçbir sınıf ve katmanın lehine değildir.
Son aylarda yapılan anketler de göstermektedir ki, kararsızların oranı gittikçe artmaktadır. Hiçbir partinin gelecekle ilgili vaadlerde bulunduğuna rastlanamamaktadır, günlük o öyle yapmaktadır, bu böyle yapmaktadır ve geniş yığınlar ekonomik sıkıntılarla cebelleşmektedir.
Kısacası biri hükümetten düşmüş, başka biri hükümet olmuş fazla birşeyin değişmeyeceği ortadadır. Oysa olması gereken yüzyılı sorgulayıp bu kadar zengin ekonomik kaynaklara sahip bir ülkede neden kitleler lehine kalıcı bir gelişme olmamaktadır, siyasetin bu temeller üzerinde yürümesi gerekir.
Cumhurriyetin kuruluşundan 2002 yılına kadar (1950–1960 Demokrat Parti dönemi hariç) Türkiye’de tek iktidarla yürütüldü, bu iktidarı Kürdler yoktur, solculuk Türkiye’ye göre değildir, ‘’Türkiye sınıfsız ve sömürüsüz bir ülkedir, bütün dünyadan farklıdır‘’ siyasetinin ana teması bunun üzerinden yürütüldü.
2002 yılından sonra ilk defa Türkiye’de iktidar değişti, AKP tek başına iktidar oldu, demokrasi, insan hakları ve hukuk söylemleri ve kısmi uygulamaları ile işe başladı, bu tarih aralığında Türkiye ekonomik ve siyasal olarak daha iyi konuma gelme emareleri oldu, ancak bu süreç iktidarın ayakları yere basana kadar devam etti, daha sonra bunlarda kendilerine göre demokrasi uygulamalarını başlattıar.
Demokrasi artık evrensel normlarda olmadığı zaman, hukuk, ekonomik büyümenin de negatif etkilendiğini görmekteyiz. Hukuksuzluk ekonomik daralmayı beraberinde getirmektedir.
Yüzyıldan sonra, İlk defa Kürdlerin dışında Kemalistler de hukuksuzluğu, anti demokratikliği gördüler ve Kürdler kadar olmasa da, kendileri de hukuksuzluğun ne olduğunu yaşadılar.
Gelinen noktada iki yapıyı görmekteyiz, İktidarın Cumhur İttifakı, muhalefetin Millet İttifakı, her iki tarafta yeniden demokrasi, hukuk, insan hakları demeye başladılar. İki tarafta yüzyıllık tekçi sistemin sorgulanması ve bütün toplumu kucaklayacak çağdaş bir sözleşme olan, anayasa getirmeme konusunda hemfikirdirler. Bu siyasetle bir yere varılamayacağı, görünen köy kılavuz istemez kadar ortadadır.
Kürd siyasetine gelince;
Algı operasyonlarının bolca yapıldığı bir dönemdeyiz, algılardan biri ‘’12 Eylül dönemi dahi bu kadar pervasız olmamış’’, Kürd cenahında çok sık kullanılır durumda, ben bu dönemi savunmuyorum ama, Kürdçe gazete, dergi, basın yayın, Kürdçe konuşmayı serbest yapıyoruz vb. bu nasıl 12 Eylül’den daha beter onu anlamakta zorluk çeliyorum, o dönemi ve bu dönemi yaşamış biri olarak bunu söylemekteyim.
Bu algı operasyonlarından sonra, ‘’Faşizme karşı demokrasi mücadelesinde yerimizi alalım‘’ halbuki Kürdler bu filmi yıllar önce 1977 yılında görmüştü ve hükümetlerden birinin indirilip, diğerinin işbaşına gelmesi ile hem Türkiye genelinde, hem Kürdler açısından bir şeyin değişmeyeceğini çok iyi bilmeleri gerekir.
Kürdi denilen bazı siyasi kesimler de faşizme karşı demokrasi mücadelesinde yerimizi alalım diyerek, bazı adımlarına şimdiden zemin hazırlama sevdasındadırlar.
Demokrasi elbette herkesin savunması gereken bir yönetim biçimidir, ancak son yüzyılı iyi analiz etmeden, hükümetlerin değişimi ile demokrasinin gelmeyeceğini, resmi ideoloji ve sistem sorgulanmadan ve bu doğrultuda hedefler belirlenmeden, insanların zihinlerindeki şoven yapıları yıkmadan, kısacası Kürd sorununun çözümünü hedeflemeyen bir demokrasi mücadelesinin Kürd ulusal mücadelesine ve Türkiye’deki geniş yığınlara zarar ve zaman kaybından başka bir şey değildir.
Kürd cenahında yapılması gereken, kırk yıllık iç siyasal kuşatmayı (PKK/HDP kuşatması) hesaba katarak ve aşmak için, Hak ve Özgürlükler Partisi / HAK-PAR’ın dediği gibi, demokratik yol ve yöntemlerden taviz vermeden, Kürd potansiyelini milli bir hat ve statü talebine yoğunlaştırarak, kısa, orta ve uzun vadeli çalışma planı ile Türkiye’nin demokrasi mücadelesinin de bu eksende verilebileceği gerçeği ile siyaset yapılmalıdır.