GÜNCEL

ESKİLERE BENZEMEYECEK YENİ BİR ANAYASAYA İHTİYAÇ VAR

Türkiye Cumhuriyeti bugüne dek dört kez Anayasa yaptı. Bunlar Teşkilat-ı Esasiye (1921), 1924 Anayasası, 1961 Anayasası ve 1982 Anayasası. Bununla birlikte bugün meriyetteki Anayasanın bugüne dek toplam 80 maddesi değiştirildi. Belli ki tüm bu anayasalar ve değişiklikler toplumun gelişen ihtiyaçlarını karşılayamadı. Bugüne dek yapılan Anayasalar hep aynı algılarla yapıldı. Benzer kaygılarla korundu. Bu nedenle ülkenin en temel ve başat sorunları çözülemedi, ötelendi.

20 Ocak 1921’de TBMM’de kabul edilen ilk anayasa (kurucu anayasa) 23 maddelik Teşkilatı Esasiye Kanunu olarak bilinir. Bu Anayasada “idare’’ başlığı altında 12 madde, yer alıyordu. Bu maddeler vilayet ve kazaların özerkliğinin nasıl hayata geçirileceğine dair hükümler içeriyordu. Kürdler anayasada yer alan bu maddelerden hareketle kendilerine “özerklik” verilebileceğine inandı.

İlk Anayasada etnik Türk kimliği ön planda değildi. Daha çok “halkçı” bir kimliğe sahipti. ‘’Türk” yerine “Türkiye” kavramı kullanılmaktaydı. Anayasada yer alan ‘’İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir’’ maddesi bölgesel özerklik gibi algılandı. İlk anayasada yer almış olan bu madde “kendi geleceğini belirleme hakkı” anlamında yorumlandı. Yerel birimlerde şuralar oluşturulmuş ve bu şuralar kısmen özerk kılınmıştı. Eyalet (vilayet) şuraları, yasalara bağlı kalmak kaydıyla ‘sağlık, maarif, iktisat, tarım, medreseler ve sosyal yardımlaşma’ gibi konularda yetkili kılınmıştı. Bu bir bakıma “bölgesel devlet” şekliydi.
Mustafa Kemal Ocak 1923 tarihinde İzmit’te gazeteci A. Emin Bey’in Kürd sorunu ile ilgili sorusuna şu cevabı vermişti:

“Bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi ahalisi Kürd ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir.”

Ne var ki, bu ilk Anayasa’nın ömrü 3 yıl sürdü. Mustafa Kemal “Türk” temalı bir “ulus devlet” kurmak istiyordu ve bu istemi “halkçılığı” esas alan bir anayasa ile (1921) uyuşmuyordu. Lakin “ulus devletin inşası bir “üniter devlet” ile mümkün olabilirdi. Ulus olmadan ulus devlet inşasına başlayan Mustafa Kemal 1924 Anayasası ile birlikte ilk Anayasanın tüm kazanımlarını meriyetten kaldırıp çoğul bir kimlik yerine tekil bir kimlikle (Tek/Türk) yola devam etti. Bu Kemalist kurumlaşmanın ilk ciddi adımıydı. Böylece 1924 Anayasası’ndaki “özerklik’’ ve “ademi merkeziyetçilik” kaldırılarak yerine “merkeziyetçi” bir sistem kurulmuştu.

Geçmiş anayasalarla resmi ve egemen Türk siyaseti test edildi ve sorun çözmekten uzak olduğu sonucu doğdu. Şimdi yeni bir anayasa sürecine girilmiş bulunmakta, yeni bir anayasa ile sorunlara çözüm yolu bulunacağına inanılmaktadır. Bu süreçte Türk siyaset kurumunun eski tarz siyaset anlayışı da bir kez daha test edilmiş olacak. Eğer algılar değişmemişse yapılacak iş diğerlerinden farklı olmayacaktır. Bir süre sonra bu “yeni” de tartışılır hale gelecektir.

Özcesi, eğer “yeni” Anayasa meriyetteki resmi anlayış ve algılarla hazırlanacaksa peşinen söyleyelim ki eskilerden pek farklı olmayacak ve derde deva olmaktan uzak olacaktır. Yeni anayasa eski tarz siyaset algıları ile yapılamaz. Yapılırsa “yeni” olmaz. Birbirine benzeyecek anayasalar “yeni” değil, ‘’yine’’ olur.
Meriyetteki anayasanın ilk üç maddesi toplumsal realitelerle bağdaşmamaktadır. Mevcut anayasanın ilk üç maddesinin değişim teklifi dahi, dördüncü madde ile yasaklanmıştır. Oysaki bu ilk üç madde gelinen noktada toplumun farklı kimlikleri bakımından bir barikat oluşturmaktadır. Nedir bu ilk maddeler şöyle bir hatırlayalım:
Mevcut Anayasa’nın ilk 4 maddesine göz atacak olursak;

MADDE 1- Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

MADDE 2- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

MADDE 3- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.

MADDE 4- Anayasanın 1’inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2’nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

Bu başlangıç maddeleri ile başlayacak bir anayasa, toplumun adil, eşit ve özgür kabul edildiği bir anayasa olmaz.

Madde 1- Devletin şekli konusu bir toplumsal mutabakatla yeniden belirlenmeli. Federal ve demokratik bir Cumhuriyet olarak değiştirilmelidir.

Madde 2- “Atatürk Milliyetçiliği” Türk ulusunu üstün ve imtiyazlı, Türk kimliğini makbul sayan, diğer ulusal varlıkları ret ve inkar eden bir milliyetçiliktir. Eğer devlet yeni anayasasında da bu ilkeye bağlı kalacaksa, yeniye gerek yok, eskisinden farkı olmayacak bir şeye “yeni” demek doğru değil.

Madde 3- Yeni anayasa eğer “Tek dil ve tek millet” esasına göre yapılacaksa buna da gerek yok. Zaten eskisi de aynen böyle diyor. Anayasanın ‘’Yeni” olabilmesi için toplumdaki farklılık gözetilerek çok uluslu ve çok dilli olmayı kabul eden, birden fazla resmi dili anayasal güvenceye alan bir anayasa olması gerekir. Keza “Tek bayrak” konusu da yasa olmaktan çıkmalıdır. Her farklı etnisite dünyanın üçte ikisinde olduğu gibi kendini ifade edecek olan perçemlerle anılmalıdır.

Madde 4- İlk üç maddenin değiştirilmesi teklifini dahi yasaklayan bir maddedir ki, bu madde değişimi engelleyen, yenilemeyi yasaklayan en önemli maddedir. Kuşkusuz bu başlangıç maddelerini koruyarak yapılabilecek bir “yeni” anayasa yeni olmaktan uzak olacak. Belki yeni yapılacak anayasa kısmen Türk halkının hak ve özgürlüklerinde bir genişleme sağlayabilir. Türkiye’nin tümünü “Türk” kabul eden resmi anlayışa hizmet edecek böylesi bir algı ile Kürd sorununu çözmek zordur. Bunun için algıların değişerek olguların ve bilimsel ve tarihi gerçekliklerin esas alınması gerekir.

ETNİK ve ULUSAL FARKLILIKLAR GÖZETİLMELİ

Yeni anayasa girişimi tartışmaları yapılırken mutlaka etnik farklılıklar ve Türkiye’nin çoğulcu yapısı göz önünde tutulmalı, etnik ve ulusal farklılıklar dikkate alınarak farklı olan vatandaşların da hak ve özgürlüklerinin tanınması için yeni düzenlemeler getirilmelidir. Bu nedenle özellikle Kürd nüfusun yaşadığı coğrafyadaki yerel, kültürel, sosyal ve ekonomik kriterlere uygun, temel hak ve özgürlükleri gözetecek bir “yeniden yapılanma” ile bölgeler arasındaki, etnik ve ulusal-kültürel eşitlik ilkesini farklı kültürler bakımından da adil ve eşit düzeye getirmek durumundayız.

Türk siyaset kurumunun mevcut algılarının tersine bugün ülkede bölgeler arasında ekonomik, sosyal ve kültürel bakımdan hala ciddi dengesizlikler var. Farklı olanların hukukunu gözetmeyecek olan bir “yeni” Anayasa Trakya’yı, Egeyi, Akdeniz ve Karadeniz’i önemli ölçüde memnun ve mutlu kılabilir. Ama Kürd yerleşim yerlerinde yani Kürdistan’da, durum farklı. Kaç tane “yeni” anayasa yaparsak yapalım ülke gerçekliğine uymayan, ülkenin çoğulcu yapısını göz ardı edecek hiçbir anayasa tüm vatandaşların temel insani ve demokratik haklarına riayet etmez.
Bu nedenle coğrafyaya bağlı karşıt ve dezavantajlı uygulamaları, bölgesel dengesizlikleri, ulusal hak gasplarını sona erdirecek tek çözüm Ademi Merkeziyetçiliği ve federal yeniden yapılanmayı esas alabilecek bir Anayasa gerçekten “ilk ve yeni” bir Anayasa olacaktır.

Lakin Anayasalar ne kadar “yeni” olursa olsun, kaç yüz kere değişirse değişsin Türkiye’nin “Tekçi, Türkçü” yapısı “makbul ve dokunulmaz” görüldüğü sürece ülkede gerçek bir adalet ve eşitlik tesis edilemez. Bu nedenle “yeni” Anayasanın mutlak olarak vatandaşlar arasında adalet, özgürlük ve demokrasi bakımından bir eşitlik sağlaması gerekir. Yeni Anayasa, Türkleri ikna ve razı edecek, Kürdleri de tatmin ve memnun edecek bir yeniden yapılanmayı esas alması gerekmektedir. Bize göre bu Federatif bir seçenektir. Bu doğrultuda idari özerk tesis edilmeli ve bölgede yaşayanlara kendi geleceklerini belirleme hakkı tanınmalıdır. Bu çözüm her iki kesim bakımından da en makul ve en gerçekçi olan çözüdür. Bu çözüm her iki kesimin de çıkarına ve yararına olan bir çözümdür.

ALGILARIN DEĞİŞMESİ VE OLGULARIN GÖZETİLMESİ GEREKİR

Geçen yüzyıl boyunca Türk siyaset kurumu “tekçi, Türkçü ve Türk milliyetçisi” anlayışından uzaklaşamadı, tam tersine bu yerleşik olgulara tutsak olarak siyaset yaptı. Üniter devlet yapısı bu algıları besledi. Ret ve inkâr politikasını, asimilasyon ve entegrasyon politikasını resmi görüş olarak algılayan siyaset bu nedenle yüz yıldır Kürd sorununu çözemedi. Bu yüzden halklarımız büyük acılar çekti ağır bedeller ödedi. Ülke kaynakları tek çözüm olarak askeri ve güvenlikçi politikaların ağır bedelleri uğruna heba edildi.

Bu durumun böyle sürmesine bir yüz yıl daha izin mi vereceğiz?

Sorunlarımızı torunlarımıza miras mı bırakacağız?

Keza geçen yüzyılda görüldü ki, red ve inkâr politikaları ve bu politikaların sürmesi için güdülen askeri ve güvenlikçi siyasetten sonuç alınamadı. Hala bu eski tarz siyasette ısrar etmek ülkemiz ve halklarımız bakımından yararlı ve kazançlı değildir. Resmi ideolojiden ve onun yüzyıl önce zorunlu kıldığı anlayışlardan uzak, olguları ve gerçekliği esas alan yeni çağdaş ve uygar bir anlayışı geliştirmek, egemen kılmak, böyle bir anlayışın halk kitleleri içinde egemen olmasına öncülük etmek biz siyasetçilerin görevi olmalıdır. Bu nedenle Türk siyaset kurumu kendini resetlemeli, çağdaş ve hoşgörülü bir çizgiye evirmelidir. Irkçı, tekçi, inkârcı anlayış terk edilmelidir.

Türk siyaset kurumu bugüne dek Kürd ve Alevi sorunu gibi sorunlarını çağdaş ve demokratik bir biçimde çözmeyi başaramadığı için bugün ciddi bir açmaz içindedir. Ülke bu yüzden demokratik bir düzene girememiştir. İçte ve dışta hak ettiği barış düzenine kavuşamamıştır. Ülke kaynakları askeri ve güvenlikçi politikalar uğruna heder edilmiş, insanlarımızın huzur ve mutluluğu ikinci plana itilmiştir. Bugüne dek yüzlerce milyar dolar “terörle” mücadele adı altında bir bütçe feda edilmiştir. Bu muazzam bütçe ile Türkiye çok farklı bir yerde olabilirdi.

Pist kenarında uçmaya hazır bekleyen Türkiye’nin yüklerinden ve ağırlıklarından kurtulması gerekir. Bu da Kürd sorununa adil ve demokratik bir çözümün bulunması ile mümkündür. Türk siyaseti kendi halkına bir iyilik yapmak istiyorsa eski tarz Tekçi, Türkçü, milliyetçi ve milli mutabakatçı anlayışını terk etmelidir.

Ne yazık ki resmi algıların esaretinden kurtulamamış olan anlayışlar hala Kürd sorununu “terör sorunu” olarak algılamaktadırlar. Bu anlayış Kürdleri tehdit algısı olarak anlayan bir anlayıştır. Terör sorununu Kürd sorunundan ayrı düşünmek gerekir. Terör var diyerek Kürdlerin ulusal ve kolektif haklarına ipotek konulmamalı, bu nedenle Kürdlerin hakları rehin tutulmamalıdır. Kürd sorunu yok terör sorunu var diyen inkârcı yaklaşım Türkiye’nin yararına olan bir yaklaşım değildir. Kürd sorunu terör ile eş anlamda kullanılamaz. Esas itibarı ile Kürd sorunu çözülmediği ve poligonlar içinde çözüm arandığı için terör bu sorundan beslenmiştir.

Yani “terörün varlığı” bir neden değil bir sonuçtur.

About Post Author