Bugünlerde Türk siyasetinden farklı sesler yükseliyor. Siyasetin gidişatı memnuniyet verici olmadığı için siyasi arenada yeni arayışlar var. Eski tarz Türk egemen siyaseti tam bir açmaz içinde. Bu siyaset toplumun gelişen taleplerine cevap veremiyor, kronikleşerek bugüne gelen sorunları çözmekten aciz. Hep söyledik. Bu siyaset tarzı ile sorunları çözemezsiniz. Örneğin Kürd sorunu bu günkü siyasilere dedelerinden miras kaldı. Dedeler çözemedi bu gidişle torunlar da çözemeyecek. Çünkü onlar da siyaset tarzlarını değiştirmeye pek niyetli görünmüyor.
Türkiye’nin en büyük sorunu kuşkusuz ki Kürd sorunudur. Aslında sorun olan Kürdler değil, esas sorun bu “tekçi” ve “üniter” yapıdır. Bu yapı Türk siyasetini ablukaya almış. Bu yapı siyasetin ufkunu daraltmış. Siyasileri inandırıcılıktan uzaklaştırmış, onlara güveni azaltmış. Artık Türkiye’de her kes bu siyaset anlayışı ile sorunların kalıcı olarak çözülemeyeceğini çok iyi biliyor. Âmâ Kürd sorunu acil özüm bekliyor, her kes bu sorunun çözülmesi gerektiğinde hem fikir. Ne var ki Türk siyaset kurumu algılarını değiştirmediği için sorunun sadece etrafında dolaşılıyor, seçimden seçime bu soruna değiniliyor, ihtiyaç duyulduğunda Kürdler sayılıyor, başka zamanlar Kürdler yok hükmünde sayılıyor.
Oysaki Türkiye’de siyaset kurumu Kürd sorununu biliyor. Bilim ve üniversite çevreleri adil ve makul çözümünü de biliyor. Kürdler konusunda empati yapan vicdanı temiz insanların sayısı da az değil. Ama icazetli siyaset sorunların çözülmesini engelliyor. Herkes Atatürkçülük ve Kemalizm konusunda adeta bir yarış içinde. Atatürk paylaşılamıyor. Her kongre sonunda, her bayramda “anıtkabir” e gidilerek “atanın huzurunda” hesap veriliyor. Âdeta Kemalizm Türk siyasetine bir çember çizmiş. İktidarı da muhalefeti de bu çember içinde yapacaksın diye de talimat vermiş. Çemberin dışına çıkınca “bekaa” sorunu yaşanır diye bir de korku salmış.
Partilerin siyasetteki bu açmazlardan dolayı, kadroları arasında ayrışmalar da yaşanıyor. Kimi eskiden devletin üst düzey yöneticiliğini yapmış simalar kişisel bahaneler bulup ayrışmalar da yaşıyor. Ak Partiden iki parti türedi. İkisi de fikren ve anlayış olarak Ak Partiden farklı değil. Peki onlar resmi Türk anlayışının dışına çıkabilirler mi.? Bana soracak olursanız: Hayır. Ne Ahmet Davutoğlu’nun “Gelecek” partisi ne de Ali Babacanın “Deva” Partisi ne Muharrem İncenin “Memleket Hareketi”ne de Öztürkün “Yenilik Partisi” mevcut sorunlara çözüm getirmekten uzaktır. Kürt sorunu konusunda hiç birisinin diğerinden farkı yok. Ancak hemen hepsi söylemlerinde “Kürt kardeşlerini” anıyor. Babacan ve Muharrem HDP tabanına hoş görünmek için mesajlar veriyor. Davutoğlu muhafazakâr Kürtlere göz kırpıyor. Kılıçdaroğlu ise son kongrenin ilk mesajında” Kürt sorununu çözmek boynumun borcudur” diyor. Peki, bu siyasetçiler mevcut algıları ve siyaset tarzlarını korumak sureti ile bu sorunu nasıl çözecek. Ya da Kürt sorununun çözümü dedikleri bir proje ya da programları var mı.? Yoksa sorunun ulusal yanını görmeden kişisel hak ve özgürlükler, Kopenhag Kriterleri ya da Paris Şartı gibi uluslararası sözleşmeler çerçevesinde görüp mü bir çözüm geliştirecekler, belli değil.
Böyle bile olsa önce siyasetteki yerleşik algılar değişmeli ve onun yerine uygun, nesnel koşullara denk düşen ve de Kürt halkını razı edebilecek yeni bir anlayışın geliştirilmesi gerekir.
Türk siyaseti Kürdlerdeki potansiyeli biliyor, Kürdler kime arka çıkıp destek verirse o taraf üstün gelir inancında. Yani seçimlerde potansiyel olarak Kürd oylar belirleyici bir faktör.
Hatırlanacağı gibi geçtiğimiz son seçimde gerek iktidar gerekse muhalefet adeta yarışırcasına Kürd potansiyelin etrafında pervane oldu. Kimisi Öcalan’dan medet umdu. Osman Öcalan’ı televizyona çıkardı. Apo’nun cezaevinden mesajlarını kamuoyuna ulaştırdı. Kürd oylarını etkilemek ve kendi tarafına çekmek için komik davranışlarda bulundu.
Diğer birileri de “Erdoğan karşıtlığını” ileri sürerek gizli bir “anti Erdoğan” hareketi başlatarak tabir caizse” Kürt Memedi nöbete” gönderdi. Bu karşıtlık siyaseti içinde İyi Parti gibi “ırkçı-milliyetçi” bir gelenekten gelmiş olan bir kesimi ve “terör örgütünün uzantısı” olarak adlandırılan HDP’yi aynı tarafa yasladı. Kürtler hamal yapılarak birileri meclise ve belediye başkanlıklarına taşındı.
Kısacası Türk siyasetinde Kürdler faktör olmaya devam ediyor.
TÜRK SİYASETİ PKK/HDP’Yİ KÜRDLERİN TEMSİLCİSİ OLARAK GÖREN ALGISINDAN VAZGEÇMELİDİR
Türk egemen siyaseti Kürd sorununun demokratik çözümü konusunda hazırlıklı, icazet almış ve niyetli gibi görünmediği için bu sorunu hep terör sorunu olarak, eşkıyalık olarak, yabancı parmağı ve tahrik, Atatürk devrimlerine muhalefet olarak algılamak istiyor. Örneğin HDP “tek”lik konusunda onlarla aynı kervanda. HDP’nin “Türkiyelileşmek” sevdası da devam ediyor. HDP’yi“terör örgütünün meclisteki uzantısı” olarak da tanımlıyorlar. Madem iş böyle, o zaman HDP dışında bir çözüm arayışı geliştirmek gerekmez mi?
HDP’nin dışında Kürdler adına siyaset yapan partiler de var. Örneğin 18 yıldan beri çalışmalar yapan, üç kez seçimlere katılmış olan; aralarında Sayın Kemal BURKAY gibi saygın ve vicdanı temiz bir siyasetçi, keza Abdülmelik FIRAT gibi Türk siyaset dünyasının yakından tanıdığı bir siyaset adamının geçmişte genel başkanlık yapmış olduğu ve benim şu anda Genel Başkanı olduğum Hak ve Özgürlükler Partisi/ HAK-PAR var. Şiddeti reddeden, demokratik ve barışçıl çözümlerde ısrar eden askeri çözümü, silahlı mücadeleyi, terör ve gerilimi, kutuplaşma ve ötekileştirmeleri ret eden, makul çözümler konusunda önerici olan, karşıtlık üzerinden siyaset yapmayan bir HAK-PAR var. Ülke genelinde siyaset yapan, birçok yerde örgütlü olan, demokratik diyalog konusunda ısrarcı olan bugüne dek üç kez seçime katılmış bir parti HAK-PAR.
Ama her ne hikmetse, Kürd sorunu nedeni ile bunalmış, her fırsatta terörden ve şiddetten mustarip olduğunu beyan eden Türk siyaseti, HAK-PAR ile sorunun çözülmesi konusunda diyalog geliştirmiyor. Türk siyasetinin emri altında çalışan ve adeta “resmi gazete” niteliğindeki Türk Medyası HAK-PAR’ı görmek istemiyor. HAK-PAR yokmuş gibi davranıyor. Aynı şeyi HDP/PKK cephesi de yapıyor. Onlar da HAK-PAR’ın gelişmemesi için ellerinden geleni yapıyor.
Oysa ki HAK-PAR Kürd sorununun barışçıl ve demokratik çözümünün taraftarı ve tarafıdır. HAK-PAR, Türkleri ikna edecek ve de Kürdleri de razı ve memnun edecek bir çözüm yolunun var olduğunu her seferinde söylüyor. HAK-PAR en makul çözümün de federatif bir yeniden yapılandırma olduğunu bu çözümün her iki halkın da yararına olduğunu, bunun için şiddete, kana baruta, askeri operasyonlara, yakmaya yıkmaya, ölmeye öldürmeye gerek duymadan barış ve diyalog zemininde çözümün mümkün olduğunu söylüyor.
Bu gün Türk halkını ikna edecek, Kürt halkını da razı edecek en makul formül federatif çözümdür ve bunu bir tek HAK-PAR savunuyor. Federasyon sanıldığının aksine, bölünme değil, eşitlik ve özgürlük temelinde, adil ve demokratik koşullarda gönüllü birlik demektir ve dünyanın büyük bir kısmı bu yönetim tarzını tercih ederek uygulamıştır. Türklerin ve Kürdlerin federal bir cumhuriyet koşullarında birlikte yaşama şansları var ve bu şansı halklarımızdan esirgememeliyiz.
Ama -sağ ya da sol fark etmez-; Türk egemen siyasetinin gözü “terörist” dedikleri PKK/HDP’den başkasını görmüyor. Bu yaman bir çelişkidir. Türk siyaseti bu çelişik durumu ürkmeden, çekinmeden açıklamalıdır. Türk siyaseti PKK ye karşı net tavrını koymalıdır.
HAK-PAR eski genel Başkanları Sayın Kemal Burkay ve yine kurucu genel başkanımız merhum Sayın Abdülmelik Fırat, PKK ve Abdullah Öcalan’a ilişkin defalarca “MİT ve Devlet “bağlantıları hakkında görüşlerini dile getirdikleri halde ne sol ne sağ kesimler ve ne iktidar ne de muhalefet güçleri konuya ilişkin tek açıklama yapmış değillerdir. Örneğin PKK’nin işlediği bunca ölüm olayı varken bugüne dek TBMM de PKK’ye ilişkin ne bir “soruşturma” ne de bir “araştırma” önergesi verilmedi. Belli ki PKK ve onun uzantısı güçlerin politikaları Kürt ulusu hariç her kesime kazanç sağlıyor durumda. Bu nedenle anlaşılan o ki, bu “kazanç” kapısının kapanması, örgütün deşifre olması Türk siyasetinin ve devlet yapısının işine gelmiyor.
Daha da önemlisi gerek Abdullah Öcalan ve gerekse de, eski devlet bakanı ve başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın KCK ve HDP’ye ilişkin beyanatları açıkça PKK-MİT ilişkilerini tescil eder nitelikte olduğu halde ne gariptir ki bu konuda ne HDP ve şürekâsının ve ne de HDP’ye eklemlenmiş sözüm ona Türk “Marksist-Leninist solunun” sesi ve soluğu çıkmıyor. HDP bas bas bağırıyor “biz Kürt partisi değiliz.” “Biz Kürtlerin devlet kurmasına karşıyız” dediği halde Türk siyaseti HDP ve PKK’yi, hala ısrarla” Kürd Özgürlük Hareketi “olarak her fırsatta siyaset arenasına servis ediyor. ”Bölücü terör örgütü” diye tanımlanan örgütten birçok zeminde istifade ediliyor, medet umuluyor. Bu durum aklı başında herkesi şaşırtan bir durumdur ve son derece manidardır.
Türk siyaseti, Kürdleri demokrasi ve politika konusunda hala bir “aktör” olarak görmektedir. En büyük yanlış (egemen anlayış haline gelmiş olan algı) Türk siyasetinin Kürt algısındadır. Kürdleri “tehdit algısı” gibi gören bu anlayış aslında Türk egemen siyasetinin resmi görüşüdür ve ideolojik arka bahçesi Kemalizm’dir. Eski tarz egemen Türk siyaseti “tekçi” ve “millici” olduğu için Kürd sorunu algısı konusunda tek ve bir düşünüyor, aynı düşünüyor, benzer düşünüyor. Ortak tavır Kürdlerin “Ulusal hakları” gerçeği ve coğrafya bazında “Kürdistan” gerçeğinin ret ve inkârıdır. Bu anlayış Kürdlerin ulusal varlıklarını da inkâr eden bir anlayıştır. Türk siyaseti bu nedenle “Kürt Kökenli” diye söze girer. Keza Kürd ulusal hareketlerine ve önderlerine “aşiret lideri, gerici şeyh ve ağa ayaklanması” vs. diyerek bu ve buna benzer sıfatlar yakıştırmaktadır.
Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Irak Anayasasına göre ve uluslararası sözleşmeler gereği “meşru” ve resmi olmasına karşın resmi Türk siyaseti o bölgeye “küçük Israil”, “aşiret devleti” diyerek gerçeği görmezden gelir. Ulusal varlığını tanımazdan ve görmezden gelir. Bunun nedeni Türk siyasetindeki “anti-Kürd” algıdır.
Geçmişte de, özellikle Türk sol hareketi Kürd sorununa “doğu sorunu, bölgesel geri kalmışlık sorunu” ve “bölgeler arası dengesizlik sorunu” “cehalet ve bilgisizlik” diyerek bu sorununun üstünü örmüş, sonra da” sosyalizm gelirse bu sorun ortadan kalkar” tabirini de bu kandırmaca ile cilalamıştı. Bu yönlendirme Kürd potansiyelinin önünü keserek Kürd ulusal demokratik örgütlenmelerin oluşumunu engellemeyi amaçlamaktaydı. Türk solunun “sosyal şoven” tutumu “ırkçı ve tekçi” Türk sağının inkârcı tutumu ile aynıdır.
Bu ortak anlayış yüzyıldır var. Bu anlayış tek ses, tek nefes ve tek yürek halinde “ülkenin milli bekası” adına sürdüren “mutabık” ve de hukuksal olarak “müsabık” resmi Türk algısı, bugüne dek Kürdlerin yaşamış olduğu tüm katliamları ve asimilasyonları onayladı, alkışladı.
Türk siyasetinin en kolay olarak “milli mutabakat” sağladığı yegâne konu Kürdlerin engellenmesi konusudur. Türklük sözleşmesi anti-Kürd bir anlayış temelinde yapıldı. Yanılgıyı bu kulvarlarda aramak gerekir. Bu mutabakat çemberi Kürdleri rızaları dışında egemenlikleri altında tutan ülkelerle de sürmektedir. Buradaki oluşum “Kürd karşıtı bölgesel nizam” tesis etmek ve buna katılmak, mutabakat oluşturmaktır.
Oysa ki Kürdler yalnızca Türkiye’de değil ama egemenliği altında yaşadıkları tüm ülkelerde (Türkiye, İran, Suriye ve Irak) demokratik hayatın tesisi ve politika konusunda “aktör” değil, tersine ciddi bir “faktördür”. Bu ülkelerin hemen tümü bu sorunu adalet eşitlik ve özgürlük temelinde çözemedikleri için savrulmaktadırlar. Demokrasileri aksak yürümekte, insan hakları ve demokrasi notları hep kırık kalmaktadır. Bu sorunu çözemedikleri için ülkelerinde demokratikleşme sağlanamamaktadır. Despotik ve baskıcı yönetimleri muhafaza etmek zorunda kalmaktadırlar. Kürdler yaşadıkları devletlerde maddi hayatın ve siyasetin gidişatını doğrudan etkileyen ve hatta belirleyen önemli bir faktördürler. Türkiye’de en son belediye başkanlığı seçimlerinde bu durum açık bir şekilde görüldü.
Kürdlerin kolektif ve ulusal haklarını demokratik yollarla tanımayan İran ve Irak’ta, Kürdler silahlı mücadeleye yönelmek zorunda kaldı. Irak’ta Saddam rejimi yıkılınca ülkede bir federal sistem oluştu ve güney Kürdistan Bölgesi de federe bir yaşama geçti. Kürdler bu sistem değişikliğinde önemli bir rol oynadılar. Federal Irak’ın oluşmasındaki en önemli faktör Kürdler oldular.
İran’daki zorba rejim ise hala Kürdlerin en ufak demokratik bir hakkına tahammül etmiyor, bu nedenle “diktatör ve terörist” yaftasından kurtulamıyor. Kürdler de bugün çaresiz bu diktatör rejime karşı silahlı mücadele yürütüyor. Kürdlerin ulusal haklarını tanımaya yanaşmayan Mollalar Rejimi, Kürdlere karşı acımasız davranmaya da devam ediyor. Hemen her gün bir Kürdü darağacında sallandırıyor. Kürd ulusunun demokratik hakları yüzünden İran rejimi diktatör olmaktan başka bir seçeneğe sahip değil. Kürd sorunu adil ve eşitlikçi bir çözüme kavuşmadığı için rejim giderek irtifa kaybetmektedir. Kürdler burada da demokrasi mücadelesinin en önemli faktörleridir.
Türkiye ve Suriye’de ise durum biraz daha farklı. Bu ülkelerin üst aklı her zaman yükselen demokratik Kürd muhalefetini şiddete yönlendirmek için çok çaba göstermiştir. Kürd hareketine kendi istihbaratını dâhil ederek yönünü dağlara vermeye ve Kürd hareketini “terörize” etmeye çalışmıştır. Bu ülkelerde sıkça “kardeşlik” ve “ümmet kardeşliği” edebiyatı yapılarak Kürdler sisteme entegre edilmek istenmektedir. Türk siyaseti Kürtlere aksesuar muamelesi yapmaktadır. “ Kürt kardeşlerim, Kürt vatandaşlar, Kürt İnsanı, Kürt kökenli” tabirlerinin tümü Kürtlerin “Ulus” gereğinin inkarıdır. Keza “doğu insanı, Anadolu insanı, doğu ve güneydoğu bölgesi, bölge insanı” vs. tabirleri de “Kürdistan” gereğinin inkarı demektir.
Lakin egemen Türk resmi anlayışının “doğu” dediği yer, Kürdler bakımından “kuzeydir”
Sonuç olarak Türk siyaseti geçen kırk yıllık sürede Kürd sorununu PKK sorunu ile aynı görme yanlışından kurtulamadı. Oysaki bugün “terörle mücadele” sorunu ya da “PKK sorunu “başka ve ama Kürdlerin Ulusal demokratik haklarına kavuşması sorunu, başka bir şey. Türk egemen siyasetinin PKK şiddeti var diye Kürdlerin kolektif haklarına ipotek ve ambargo koyması sorunun çözümü konusundaki samimiyetsizliğinin göstergesidir. Keza “terörle mücadeleyi” ileri sürerek Kürdlerin ulusal haklarını rehin almak daha büyük bir yanlış.
Gelin halklarımızın huzur ve mutluluğundan daha çok çalmamak için Kürd sorununa adil ve çağdaş bir çözüm bulalım. Sorunları torunlara biz de miras bırakmayalım. Torunlarımıza anlatacak bir insanlık hikâyemiz olsun.