Kemal Burkay
Son krizin ardından en çok konuşulan terimlerden biri “paralel devlet”… Daha önce de “derin devlet”i çokça konuşmuştuk.
“Derin” ya da “paralel” olanıyla belli ki rutin, alışılmış, olması gereken devletten farklı bir şeyi kastediyoruz. Devlet içinde yasadışı bir oluşumu… Birileri devlet içinde kadrolaşıp, örgütlenip yasadışı yollardan devleti ele geçirmeye çalışıyor ya da onu kendi çıkar ve istemlerine uygun yönlendiriyor.
Peki bunda şaşacak bir şey var mı? Bu tür işler devletin doğasına uygun değil mi? Zaten devlet ortaya çıktığı günden beri hep böyle olmadı mı? Birileri ya dışarıdan topladığı güçle devleti elinde tutana saldırır, onu alt eder ve devleti eline geçirir, ya da bir başkası devletin içinden, yani bizzat yönetici gücün içinden yapar bunu. 2500 yıllık İran tarihine bir bakın: Medler, Persler, Partlar, Sasaniler, Zendler, Kacarlar, Pehleviler… Biri diğerine saldırıp onu tahtından eder, hanedan değişir, ama devlet sürüp gider…
“Bizans oyunları” diye ünlenmiş deyim, yüzyıllar boyu Doğu Roma devleti içinde, sarayda cereyan eden güç kavgalarını, komploları, tuzakları anlatmaz mı? Bu sanat Osmanlı’ya, oradan da Türkiye Cumhuriyeti’ne geçti, zaman içinde yeni deneyimlerle çeşitlendi, zenginleşti.
Devlet post ve para demektir, diğer bir deyişle güç ve zenginlik. Bu da başkasının sırtından sağlanabilir. Başkasını kul haline getirerek, soyup sömürerek… Herkes güçlü ve herkes zengin olamaz. Her güçlüye hükmedebileceği güçsüzler, her zengine de emek ürünlerine el koyacağı, sömüreceği insanlar gereklidir. Biri olmadan diğeri olmaz. Bu ikilem olmadan devlet de olmaz.
Marks bir kez daha haklı çıktı: Devlet yönetenlerin, mülk sahibi sınıfların baskı ve sömürü aracıdır. O, ülkedeki tüm insanların, hepimizin değil. Onu süsleyip püsleyip adaletle, hukukla donatmanın, tüm çocuklarına eşit davranan şefkatli bir baba, ya da ana gibi göstermenin gerçekle bir ilgisi yok. Devlet doğası gereği baskıcıdır, eşitsizliğin koruyucu ve kollayıcısıdır.
Güçlü ve güçsüz, zengin ve yoksul eşitlendiği zaman devlet biter.
Güç kirletir derler. Yani iktidarı ele geçiren soyar, çalar, çırpar… Bu durum iktidarın, devletin doğasında var.
Bu iş eskiden hiç gizlemeye gerek görmeden, açıkça yağmalama, talan etme, ya da haraç alma biçiminde, yani kurt usulü olurdu. Sonradan devreye yasa, hukuk filan girince, “vergi” denen yöntemin yanı sıra, faiz, kâr gibi incelikli; yolsuzluk, rüşvet gibi üstü örtülü “inceliksiz” biçimler de bulundu. Bir başka deyişle, soygunun yöntemleri de zamanla bir hayli değişti…
Güç çoğu zaman sahibini sarhoş da eder. Özellikle alt sınıflardan, güçsüzlerin arasından yükselip güce ve paraya ulaşanların başı döner. Bunda da şaşacak bir şey yok. Yıllar önce yazdığım bir rubaimde şöyle demiştim:
Gözün yüksekte, ama yüksekler serap gibidir
Keyiflendirir, sarhoş eder, şarap gibidir
Şan ve şöhret dediğin bir yeldir, gelip geçer
Mutluluksa yanı başında, küçük şeylerdedir
Ne var ki şan şöhret, güç ve para peşinde koşan insanoğlu, bütün bunların gelip geçici olduğunu, kendisinin ölümlü olduğunu, günün birinde her şeyi bırakıp gideceğini pek düşünmez. Gücün ve paranın çekiciliğine bir kapıldı mı, “küçük şeyler”in huzur ve mutluluğunu aklına bile getirmez. Güç ve para ise bir iğneli fıçıdır; çünkü onu büyütmek ve elde tutmak için, ona göz diken düşmanlarla durup dinlenmeden savaşmak gerekir.
Sonuç olarak, devletin ortaya çıkış koşullarını ve bin yıllar boyu izlediği tarihsel süreci az çok bilen biri bugün yaşadıklarımıza hiç de şaşmaz. Devlet budur işte!
Besbelli, devlet başlıca özellikleriyle böyle olsa bile, her zaman ve her yerde birbirinin tıpkısı olmadı. Kral ve imparatorların bir emirle nice insanın başını kopardıkları devletlerle, ölüm cezasını kaldırma noktasına gelmiş çağdaş devlet elbet farklı. Yine bir ülkeden diğerine farklı olsa da, çağımız toplumlarında geçerlik kazanan insan hakları, sosyal haklar elbet önemli. Bütün bu değişim baskı görenlerin, sömürülenlerin yüzyıllar boyu süren mücadelesi sayesinde sağlandı.
Devlet de her şey ve her kurum gibi tarih boyunca önemli değişimler yaşadı.
Günümüz dünyasında insan hakları ve demokrasi bakımından Kuzey ve Batı Avrupa ülkeleri gibi ileri örnekler de var, Afganistan ve Suudi Arabistan gibi Ortaçağ benzeri örnekler de… Türkiye ise ne yazık ki ortalarda bir yerde. 12 Eylül faşizminin yaralarını hâlâ sarabilmiş değiliz.
Öyle olunca da özgürlük ve demokrasi mücadelemiz sürüyor. Devleti kutsallaştırmadan, görüp yaşadıklarımıza şaşırmadan mevcut devleti ve sistemi değiştirmeye, demokratikleştirmeye, insan hak ve özgürlüklerini çağdaş düzeye çıkarmaya çalışıyoruz. Bu mücadele önemsiz değil.
İnsanlar arasında her bakımdan tam bir eşitlik ise ancak insanlığın sınıfsız topluma doğru evrildiği bir süreçte gerçekleşebilir ve bu da devletin son bulması demektir.
O derece ilerlemiş bir insanlığın devlete ihtiyacı olmayacaktır.
Bu ne zaman olabilir, elbet bugünden kestiremeyiz. Devrimlerin birbirini izlediği 1960’lı, 70’li yıllarda “tüm halkın devleti”nden söz ediyor ve tümden devletsiz bir aşamayı da pek yakın sanıyorduk. Ne var ki böyle olmadığını nice acı deneyimleri yaşayarak anladık.
Belli ki bu hamur daha çok su ister.
6 Şubat 2014